20 Mayıs 2011 Cuma

hangi zamandayım?

Homojen zaman modernite anlamında 16. Y.Y'dan itibaren başlamış Yani öznenin müdahil olmadığı bir zaman.. Benim son bir kaç ayım ise hangi zamandayım ve nerdeyim i sorgulamakla geçiyor.. Neredeyim ve hangi zamandayım?

Mekansal ve zamansal boyutun belirliği içinde bulunan durumun da belirsizliğini etkiliyor bunu... Sürekli insanın kafasında şu zaman nerdeydim şimdi neredeyim..Bu kargaşayı 3 yıl önce fazlasıyla yaşadım.. Ölçülülüğü tartışılır ama konumun tamamen dışında.. Herneyse özetle şunu anladım ki geçmişe dair sadece güzel şeyler hatırlanır..ve geçmiş her zaman en güzelidir,, homojen bir zamanınızda homojenlikten biraz sıyrıldığım zaman geçmişte yaşadıklarımla başbayım hep..



İletişimin önemli bir boyutu da unutmakla ilgiliymiş

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Bu Davet Bizim!


Merakla beklediğim oyuna sonunda gidebildim. Sıkı bir tiyatrosever olarak Ankara Devlet Tiyatrosu'nun "Memleketimden İnsan Manzaraları'ndan Onbir Tablo" adlı oyunun zevkle izledim. Tek kelimeyle büyülendim. Özellikle devlet tiyatroları oyunlarını ve oyuncuların performanslarını ayrı beğeniyorum zaten.

Salona girdiğimizde sahnenin arkasına yerleştirilmiş onbir farklı tablo ile karşılaştık. Bir de piyano vardı. Tek kişilik olan oyunda başrol ve tek rol Rüştü Asyalı'ya aitti. 40 yılı aşkın süredir devlet tiyatrosu oyuncusu olmak, seslendirmen olmanın farklılığını fazlasıyla hissettirdi bize..Nazım'ın yazdığı Memleketimden İnsan Manzaraları'nda 11 farklı hikaye seçilmiş ve bu hikayler tablolarla resmedilmiş. Asyalı o eşsiz sesiyle okurken hangi hikaye anlatılıyorsa o ışık o tablonun üzerinde yanıyor. Piyanist Cem İdiz de Asyalı'nın tonlamalarına göre ritmi belirliyor.

Beni ilk etapta en çok etkileyen Mehmetçik, Mehmet öyküsü demesi... Mehmetçik Mehmet " Açlık itten beter eder adamı" diyor. Tüylerimiz diken diken oluyor. Tabi salonun bir kısmı ve yanımdaki :) yi pek sarmıyor oyun. Takip edebilecekleri bir olay örgüsü bulamayınca sıkılıyor insanımız.

Tabloların birinde arkası dönük sarışın bir kız görüyorum. Ve merakla o tablonun hikayesini bekliyorum. Bir ip ve idamdan sonra asılı kalan bir bacak görülüyor. Ve sıra ona gelince anlıyoruz ki Nazım'ın "Tanya" sı tabloda anlatılan.."Zoe'ydi adı.. İsmim Tanya dedi onlara" diyor ve başlıyor anlatmaya..

Bu arada tabloların mimarının İbrahim Balaban olduğunu öğreniyorum .. Oyuna ağırlığını koyanlardan o da.. Harikalar yaratmış ...

Oyun boyunca anlatılan hikayelere göre Rüştü Asyalı'nın şiveleri değişiyor. Bazen Ege'li oluyor bazen Karadeniz'li..Hepsinin kimliğine bürünüyor adeta.. Adeta hayran bıraktırıyor kendisine..

Ve oyunun bitiminde ; 

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim.   ...... 

Nazım'ın DAVET'İ seslendiriliyor piyano eşliğinde...
Özetle Devlet Tiyatrolarına çok önem veriyorum Ve gerektiğiniden fazlasını hakeden bir kurum olduğuna inanıyorum..Her gittiğim oyun her izlediğim performans beni benden almaya yetiyor :) Trabzon'da kaldığım 3 yıl boyunca oyun olsa da gitsek diye bekler, tüm oyunlara giderdik.. İstanbul'a geri dönüşümle birlikte tiyatroların üstadlarını izlemek onların üstün performanslarına tanık olmak beni fazlasıyla mutlu ediyor..

2 Mayıs 2011 Pazartesi

1 Mayıs'ın Ardından..


1 MAYIS’IN ARDINDAN...

Türkiye’de her yıl gergin geçen, copların, kargaşaların konuştuğu,34 yıl öncesinde insanların öldüğü kanlı görütülerin yaşandığı bir 1 Mayıs’ın ardından bu yılki görüntüler hepimizi mutlu etti. Türkülerin söylendiği, halayların çekildiği, barış mesajlarının verildiği bir 1 Mayıs yaşadık. Yani olması gerektiği gibi.

Bu coğrafyadaki insanlar yıllarca zulme, baskıya maruz kalmış kimlikleri yok edilmeye, inançları inkar ettirilmeye çalışılmıştır. Bu 1 Mayıs bize bunların da kısmen geride kaldığını gösterdi. İnsanlar özgürce kendi dillerinde türküler söyleyip, halaylar çektiler. Fakat farklı görüşlerin farklı grupların belli günleri, olayları kendilerine sahiplenme çabasını burada da görmüş bulunuyoruz. Bunu anlamakta güçlük çekiyorum. 1 Mayıs sadece BDP’nin tekelinde olan bir şey değildir. Bu kadar sahiplenme güdülerini yanlış buluyorum. Taksim’deki alanda kutlamalar başlamadan önce Türkçe okunan bildirinin ardından Kürtçe bildiri de okunması bunlardan birisi. Kürtçe bildiri okuma, özgürce Kürtçe şarkılar söyleme, Kürtçe vaaz bu ülkede olması gereken şeylerdir. Fakat 1 Mayıs’taki ortak payda; işçinin, emekçinin haklarını tekrar tekrar dile getireceği ve bunu baskı ve zulüm içinde değil bayram havasında kutlayacağı bir ortamdır. Bununla birlikte Türkiye’deki tek etnik kimlik de Kürtler değildir. 1 Mayıs’ın bu mesajların verilmesinde seçilecek bir gün de değildir. 2012’nin 1 mayıs’ında bu bildirilere Lazca, Ermenice, Süryanice, Megrelce vb. etnik dillerde eklensin. İnsanlar saatlerce farklı dillerdeki bildirilerin okumasını beklemekle zaman geçirsinler. Özetle Kürtçe bildiri okunmasına karşı olmamakla birlikte 1 Mayıs’ın bütün halkların, bütün kimliklerin bayramı olduğunu unutmamak gerekir. Bayramı bu havada kutlamak, işçinin, emekçinin, sömürülenin, ezilenin sesini duyuracağı bir platform yaratmak en güzeli. Diğer mesajlar da yapılan gösterilerde veriliyor zaten.. O yüzden bırakalım 1 Mayısta ana tema sadeec işçi olsun.

İşçinin, emekçinin bayramı 1 Mayıs! Bütün Halklara Kutlu Olsun!