2 Kasım 2014 Pazar

Tatlı hikayeler bunlar...



“…O yıllarda Eminönü’nden Galata’ya dolmuş kayıkları işlerdi. 5 kuruştu. 10 kuruşa iki kişi rahatlıkla geçerdi. Bir gün Eminönü’nde gezdiğimiz sırada bana, "Seni buradan karşıya geçireyim. Bir de köfte ısmarlayayım" dedi. Karşıya geçtik, bir köfteciye girdik. İsmi Hoşgör Köftecisi’ydi. Küçücük bir dükkândı. Orada bir de Mualla abla vardı. Köfte mi yapıyordu, hizmet mi ediyordu  hatırlayamıyorum. İşte onu hikâyeleştirdi. Tatlı hikâyeler bunlar. Oradaki kişiler sahici kişiler, olay da sahici bir olay.”

Bu sözler Hoşgör Köftecisi’nin yazarı, İstanbul şairi Orhan Veli Kanık’ın kız kardeşi Füruzan Yolyapan’a ait. Geçen yıl bir araya geldiğim Füruzan Hanım, bana bu kitabı hediye etti. Orhan Veli’nin ‘Size bu yazımda üç masalı bir balıkçı meyhanesinde gördüğüm bir dünyadan bahsedeceğim’ diye başladığı bu hikâyede anlatılan her şey, şairin hayatında tanık olduğu o keyifli anları bize de yaşatıyor.



Daha önce çeşitli derlemelerle Şairin İşi adlı düzyazılarında yer alan bu 6 hikâyeyi Yapı Kredi Yayınları yeniden değerlendirdi ve tek kitap altında topladı. Düz yazılarına çok aşina olmadığımız Orhan Veli’nin bu kısa öyküleri 1947-1950 yılları arasında kaleme alınmış. Şiirlerindeki o ‘doğallığı’ ve hikâyelerinde de görmek mümkün. Şiirlerini okuduğunuz zaman içinize gelen huzuru, öykülerini okuyunca da hissediyorsunuz. Orhan Veli karşınızda oturuyor ve size bir şeyler anlatıyor. Öykünün sonunda “Böyle bir vaka gerçekten olabilirdi, olmadı halbuki, hepsini ben uydurdum” diye okuru şaşırtıyor. 

Kitaptaki kimi öyküler, şiirlerini çağrıştırıyor: ‘Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum’ cümlesini okurken, şairin ‘Açsam Rüzgâra Yelkenimi’ şiiri geliyor akıllara. Bazı hikâyelerden Sait Faik, bazılarından Sabahattin Ali tadı alıyorsunuz. Muhtar Hasan ile Kara Hüsnü’nün kasaba düğünündeki kavgası ise şaşırtıyor. Çünkü siz Orhan Veli’yi ‘İstanbul şairi’ olarak tanıyorsunuz.

Orhan Veli’nin ölümünden sonra kâğıtları arasında bulunan, Bitlis Ermenisi olan Amerikalı yazar William Saroyan’ın da bir öyküsü yer alıyor. Yazarın ‘Love, Here Is My Hat’ adlı öyküsünün serbest çevirisi, 17 Kasım 1952’de Vatan Gazetesi’nde yayımlandı....

“Saadet nedir? Herkes saadeti tanımış mıdır bu dünyada? Bu meseleler üzerinde uzun uzun konuşmak mümkün. Kim bilir, belki ben de o zaman söylediklerimden vazgeçerim. Ama zaman zaman ben de kendimi mesut sansam ne çıkar?”

27 Ekim 2014 Pazartesi

Polonya Sanatında Oryantalizm'in izleri Pera Müzesi'nde!

2014, Türkiye-Polonya arasındaki diplomatik ilişkilerin 600.yılı. Polonya’da neler oluyor hala daha bilmiyoruz fakat Türkiye’de bu yıldönümü oldukça ‘aktif’ geçiyor. Yıl boyunca özellikle sanat alanında süren etkinliklerin sonuncusu ve sanırım en başarılısı Pera Müzesi’nde başladı.

Prof. Dr. Tadeusz Majda küratörlüğünde düzenlenen “Polonya Sanatında Oryantalizm” sergisi Polonya sanatındaki oryantalist eğilimlere odaklanıyor. Özellikle resim başta olmak üzere sergideki eserlerde desen, tekstil ve gravürlerde Osmanlı’nın izlerini görmek mümkün.

Sergi Polonya Cumhuriyeti Kültür ve Ulusal Miras Bakanlığı desteğiyle ve Varşova Ulusal Müzesi işbirliğiyle düzenleniyor. Pera Müzesi’nin titiz girişimleriyle birlikte sergi için Varşova, Krakow, Poznan, Wroclaw Ulusal Müzeleri, Varşova Üniversitesi Kütüphanesi ve Lazienki Kraliyet Müzesi’nin yanı sıra İstanbul Askeri Müzesi, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Oryantalist Resim Koleksiyonu’ndan toplam 188 eser sanatseverlerin beğenisine sunuldu.  

İki ülke arasında, Haçlı ordularında çok sayıda Polonyalı askerin yer almasıyla başlayan tanışıklık, Osmanlı ve Polonya’nın doğrudan karşı karşıya geldiği Mohaç Meydan Savaşı’yla had safhaya ulaşmış, Macaristan’ın büyük bir bölümünü ele geçiren Osmanlı’nın Polonya ile komşu olmasıyla bu tanışıklık büyük bir etkileşime dönüşmüş. Osmanlı Devleti’nin Lehlerle girdiği bu mücadelelerin yansımaları Polonya sanatında, özellikle de resimde kendini gösteriyor.

Tartışmasız sergideki eserlerde öne çıkan resimlerin teması savaşlar! Aslında Batı resminin genelini etkilese de yaklaşık 500 yıllık siyasi etkileşimin yaşandığı Polonya’nın resmini de savaşların süslemesi elbette ki kaçınılmaz. Özellikle kendi ülkelerinin tarihine odaklanan sanatçılar Viyana Kuşatması’nın da etkisiyle eserlerinde bunu sıklıkla işlemiş.İki ülkenin çarpışmalarını en çok öne çıkaran isim ise 1864-1876 yılları arasında Sultan Abdülaziz’in saray ressamlığını yapan Stanislaw Chlebowski. Ressamın doğu silahlarının renkleri dokuları ve süslemelerini öne çıkaran yağlıboya eskizleri , Abdülaziz’in talimatıyla yaptığı Varna Savaşı, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’a Girişi ve Viyana Savaşı adlı tabloları bu kültürü bütünüyle harmanlamasından kaynaklanarak sergide bir adım öne çıkıyor.


                                Chlebowski, Varna Savaşı, 1865-1875, Krakow Ulusal Müzesi

Sergideki eserlerde öncelikle savaş figürleri yer alsa da, harem, atlar, kıyafetler gibi eserler de yine oryantalizmin etkilerini görmek mümkün. 


                      Franciszek Zmurko, Padişahın Emriyle, 1888, Varşova Ulusal Müzesi 

Etkinliğin en başarılı eseri, serginin görseli de olan Zmurko’nın 1888 tarihli tuval üstüne yağlıboya resmi olan “Padişahın Emriyle.” Varşova Ulusal Müzesi’nden getirilen bu eser Batı’da da büyük bir hayranlıkla karşılanıyormuş. Görsel açıdan muhteşem olmasının yanı sıra resmin konusu da ziyaretçiyi büyülemeden geçmiyor. Bir kadın, haremde öldürülen bir kadın, kuvvetle muhtemel saray entrikalarına kurban gitmiş bir cariye. İşte  bütün bunlar Zmurko’nun eserinin serginin gözdesi yapmaya yetiyor.

Jozef Brandt, Şahin Pazarı, 1886 
Polonya Oryantalist resminin popüler motiflerinden birisi de atlar. Atlar, tarihi boyunca çok sayıda milletle savaşan Polonya’nın askeri alandaki kullanımının yanı sıra, Polonyalı üst sınıfın uğraşı olan avların da vazgeçilmez bir unsuruymuş.19.yüzyılda  Polonya resmine girmeye başlamış ve resimlerde Türk bakıcılar tarafından idare edilen güzel atlar şeklinde tasvir edilmiş. Jozef Brandt’ın 1886 tarihli ‘Şahin Pazarı’ eserinde de bunu görmek mümkün. Özel bir koleksiyondan alınarak sergilenen bu eser oryantalizmi en yerinde gösteren eserlerden birisi.

“Polonya Sanatında Oryantalizm”, 18 Ocak’a dek sürecek. Sergiye paralel olarak yan etkinlikler de gerçekleştirilecek. Müze, Kasım-Aralık ayı boyunca başta Roman Polanski olmak üzere Polonya filminin en başarılı seçkilerini sunacak. Aynı zamanda 14 Kasım Cuma, 28 Kasım Cuma ve 19 Aralık Cuma tarihlerinde de “Polonya’dan Yeni Sesler” başlığı altında konser serisi gerçekleştirilecek. Çocuklar da unutulmadı! Pera Eğitim tarafından “Atölye Polska, Polonya Sanatını Keşfediyoruz” adı altında oldukça başarılı bir etkinlik var. 1 Kasım’da başlayacak programda 4-14 yaş arasında gruplandırılan çocuklar önce sergiyi gezecek, sonrasında Polonya sanatından etkiyle tasarım dünyalarını geliştirecek etkinliklere imza atacak. 

5 Ağustos 2014 Salı

10. D Marin Klasik Müzik Festivali'nin ardından...





Türkiye’de ilk kez bir marinada düzenlenen klasik müzik etkinliği olan D-Marin Turgutreis Klasik Müzik Festivali bu yıl 10’uncu yaşını kutladı.

Açılışı 31 Temmuz akşamı Fazıl Say yaptı. Festival için özel verilen siparişte Fazıl Say, bir Ege efsanesin olan Hermias-Yunus Sırtındaki Çocuk’ta harikalar yarattı. Beklediğimden çok daha fazla bir etki yarattı bu eser…

Dostluk kelimesinin anlamını "yaşamaya" bu kadar çok ihtiyacımız olan bugünlerde, yanıtı en güzel Fazıl Say vermiş olsa gerek. Bulduğunuz ilk yerde izleyin derim. Fazıl Say, 3 efsaneyi bestelemek istiyormuş, birisi gerçekleşti, diğer ikisinin ne zaman ve nasıl olacağını şimdiden merak ediyorum.

Gelelim festivale… Doğuş Grubu tarafından Türkiye’de ilk kez bir marinada düzenlenen klasik müzik festivali olan D-Marin Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali 10’uncu yılı geride bıraktı 2009’da Avrupa Festivaller Birliği’ne üye kabul edilen festivali 5 bin 500 kapasiteli alanda  bugüne kadar 140 bin müziksever izlemiş. 

Ben de ilk kez bu festivalde bulundum. Kış mevsiminde yatların alındığı çekçek alanı olarak kullanılan marina temmuz-ağustos(tarih değişebilir) bir klasik müzik festivali olarak muhteşem konserlere imza atıyor. Gerisini sanat yönetmeni Yücel Canyaran’dan dinledim…

*Klasik müzik alanında orkestralar, topluluklar var. Çeşitli etkinliklere de imza atıyorlar fakat yaz mevsiminde düzenlenen bir klasik müzik festivali 10 yılı geride bıraktı. Neler söylemek istersiniz?

Pek çok festival büyük bir hevesle başlatılıyor, maalesef düzenliliğini koruyarak devam edemiyor. Sanatsal etkinlikler destekçi veya destekçiler olmadan başlayamaz ve sürdürülemez. Bu anlamda Doğuş Grubu’nun 10 yıldır kurucu destekçiliğini üstlendiği bu festivalin, istikrarlı şekilde sürdürülebilmesini Türk müzik tarihi açısından çok anlamlı buluyorum. Ülkemizde sıklıkla çok sesli evrensel müzik elitist ya da dinlemesi zor bir müzik biçimi olarak algılanabiliyor. Festival ilk yıllarından itibaren evrensel müziğin herkes tarafından dinlenip sevilebileceğini benimsetmeyi ilke edinmiş. Festivalin amacı da özenle seçilmiş repertuarıyla müzikseverlere keyif alacakları ve beklentilerini karşılayacak bir etkinlik sunmaktır. Büyük bir mutlulukla; festivalin bu hedefini gerçekleştirdiğini söyleyebilirim.

*İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde yaz mevsiminde klasik müzik konserleri genelde çok seyirci çekmiyor. Turgutreis gibi bir tatil yerinde klasik müzik konserleri ve festivali düzenlemenin avantajı/dezavantajı nedir? Seyircileri nasıl çekiyorsunuz konserlere?

En büyük zorluk çekek alanında yoktan var edilen konser ortamını oluşturmak. Festivalde önce oldukça görkemli bir sahnenin kurulması; 5.000'i aşkın sandalyenin tek tek numaralandırılıp yerleştirilmesi, açık havada olduğumuz için olabilecek en mükemmel ses düzeninin kurulması… Bunlar seyircinin gördüğü tarafı; sahne arkasında ise sanatçıların ihtiyaçlarına uygun bir kulis alanı yaratılması çok önemli. Pek çok konser mekanında var olan şeyleri; bu alanda da hazır etmeniz ve mükemmel hizmet vermeniz gerekiyor. Aslına bakarsanız seyircileri konserlere müzik çekiyor, biz değil! Biz seyirciyle müziği en doğru şekilde, doğru repertuvarla buluşturmaya çabalıyoruz. Bir de bizim çok kazanmak istediğimiz kitle var ki; onlar tesadüfen ya da çekinerek konserlere gelenler.

İşte bu noktada çok büyük bir mutluluk duyuyoruz, çünkü o insanlar arasında "Neden daha önceki yıllarda gelip izlememişiz, kimleri kaçırmışız? Sıkılırız zannetmiştik oysa ne kadar sevdik!" diyenlere sıkça rastlıyoruz... İşte festivalin yola çıkış nedeni, amacı bu! Festivalin 10 yıldır müdavimi olan seyircilerimiz zaten bu dünyayı çok dikkatle takip edenler; yani hangi solist geliyor, hangi orkestra çalacak, dahası hangi şef yönetecek ve hangi eserler çalınacak... Bunları gerçekten kültür olarak benimsemiş ve okuyan, araştıran büyük bir izleyici kitlemiz var. Yeri geldiğinde eleştirilerini de paylaşıp bizim daha iyiye ulaşmamızı sağlıyorlar. Her zaman yanımızdalar ve bize güç veriyorlar. Bu vesile ile yıllardır festivalimizi takip eden ve bizi yalnız bırakmayan tüm seyircilerimize buradan çok teşekkür ediyoruz!

*Her yıl yurt dışından da sanatçılar ağırlıyorsunuz.. Festivalin 10.yılında yurt dışındaki farkındalığı ne durumda?

Evet haklısınız; yurt dışından pek çok solisti ve yabancı orkestrayı konuk ediyoruz. Gelenler dünyanın en iyileri arasında; yani tüm dünyanın gözü onlarda… Güzel olan ise festivalimize katılan sanatçılar bu büyülü ortamda, duygu yüklü ve coşku dolu Türk halkından ayrılırken zorlanıyor. "Yine davet edin, yine gelelim, burada olmaktan çok mutluyuz" diyorlar. Festivalden ve Türk izleyicisinden yurt dışında övgüyle bahsedildiğine tanık oluyoruz. Bunun yanı sıra pek çok önemli sanatçı ajansları festivalimizi takip ediyorlar.

*Konserlerden elde edilen gelir iki vâkıfa bağışlanacak. Festival bir sosyal sorumluluk projesine mi dönüşüyor? 

Festival ilk gününden itibaren sosyal sorumluluk projesi olarak yola çıkmış. İlk sosyal sorumluluğu evrensel müziği Türk halkına sevdirmek olmuş, daha sonra bunu yapmak için çok doğru bir yol haritası çizilmiş. Doğuş Grubu ilk yıllardan bu günlere; kar etmek şöyle dursun, masrafını dahi çıkartmayan sembolik fiyatlara halka bu konserleri izleme olanağı sunarak zaten büyük bir sosyal sorumluluk örneği gösteriyor. İlk yıllarda Anadolu'daki konservatuvarlarda enstrüman sahibi olamayan öğrencilere enstrüman bağışı yapılarak, daha sonra da tüm bilet gelirleri Tohum Otizm Vakfı ve Bodrum Sağlık Vakfı’na otizmli çocuklar ile ailelerine yönelik çeşitli projelerde kullanılmak üzere bağışlanıyor. Bu şekilde de sosyal sorumluluk taçlandırılmış oluyor. Sonuç olarak evrensel müzikle; evrensel mesajlar ve paylaşım yumağı her yıl biraz daha büyüyor!


25 Temmuz 2014 Cuma

Arabistan’da bir kız çocuğuysan , bisiklet bile süremezsin!


Suudi Arabistan’lı kadın yönetmen(bunu belirtmeliyim) Haifaa Al Mansour’un ülkesindeki yasak nedeniyle gizlice çektiği ‘Vecide’ filmi bugün vizyona girdi. Bu yıl Oscar’da da yarışan filmde, 10 yaşındaki bir kızın ülkesindeki baskılar altında bisiklete “sahip olma” serüveni anlatılıyor.

Mansour filmi, ülkesindeki yasak nedeniyle bir minibüse gizlenip, telsizlerle komut vererek gizlice çekmiş. Kısa zamanda tüm dünyada duyulan Vecide’nin hikayesi Oscar’a kadar uzandı. En İyi Yabancı Film kategorisinde Suudi Arabistan’ı temsilen yarışan film ödüle layık görülmedi.

FİLMİN KONUSU

Riyad’da yaşayan 10 yaşındaki Vecide, baskıcı çevresine rağmen eğlenmeyi seven, girişken ve her zaman sınırları zorlayan bir kızdır. Mahalledeki en yakın dostu Abdullah ile kavga ederken yarış yaparlar ve Abdullah bisiklet kullandığı için Vecide’yi geçer. En yakın arkadaşının sırf kız olduğu için ona: “Sen kızsın bisiklet kullanamazsın” demesi üzerine, Vecide’nin aklında artık tek bir şey vardır: "Bir bisiklete sahip olmak." 


Toplumun bisikletli bir kızı hoş karşılamayacağını düşünen annesinden izin ve para koparamayan Vecide, kendi imkanlarıyla işi çözmeye koyulur. Okulda öğretmenleriyle arası iyi değildir çünkü ‘itaatkar’ davranışlar sergilemez. Okula başı açık gelir, yasak olmasına rağmen oje süren kızlara yardımcı olur. Öğretmenleri de Vecide’yi ‘asi’ olduğu gerekçesiyle sürekli göz önünde tutar. Vecide bisikleti için gerekli parayı biriktiremeyeceğini düşündüğü sırada okulun bir Kur’an yarışması düzenlediğini ve ödülün 1000 riyal olduğunu öğrenir. Hayalleri için savaşmaya hazır olan Vecide Kuran derslerine başlar. Yarışmayı kazansa da Arabistan’da bir kız çocuğu olmanın bedelini yine ödeyecektir. Çünkü ödülü ne yapacaksın sorusuna, “Bir bisiklet alacağım” şeklinde cevap verir.

Film, Arabistan’da kadın olmanın, küçük yaşlarda başlayan zorluğunu en ince noktasına kadar hissettiriyor. Sadece Vecide değil, bir erkek çocuk ‘doğuramayan!’ annesinin de maruz bırakıldığı dışlanmışlığı da görmek mümkün. Aslında ne çok tanıdık değil mi?



ÜLKEMİZİ KADINLAR ŞEKİLLENDİRECEK!

Haifaa Al-Mansour, ilk Suudi kadın yönetmen olmasının yanı sıra Suud Kralığı’nın önemli yönetmenleri arasında yer alıyor. Mansour tüm dünyada yankı bulan filmiyle ilgili şunları söylüyor. “Suudi Krallığı’nda çekilen ilk uzun metraj filmin altına imza atmış olmaktan oldukça memnunum. Tıpkı Wadjda(Vecide) gibi, büyük hayaller kuran, güçlü karaktere sahip ve büyük potansiyellere sahip kadınların olduğu bir Suudi köyünde doğdum. Ülkemizi bu kadınlar yeniden şekillendirecek.” Filmin başrollerinde Waad Mohammed, Reem Abdullah, Abdullrahman Al Gohani ile Sultan Al Assaf yer alıyor.

23 Haziran 2014 Pazartesi





O bir sanat adamı…

Sadece Aşk-ı Memnu'nun yazarı değil, öyle değil mi?

Çoğunlukla romancı kimliğini biliyoruz ama o aynı zamanda  bir sanat adamı. Halid Ziya Uşaklıgil’den bahsediyoruz. Aşk-ı Memnu’nun yazarı, Servet-i Fünun’un nesir ustası olan Uşaklıgil’in Türk edebiyatındaki etkisi tartışılmaz ama yazar aynı zamanda usta bir hikayeci, anı yazarı… Osmanlı’nın son dönemlerine tanık olmuş, sanat ve kültür meselelerine yakında ilgilenen ve teklifler sunan bir aydın…  Uşaklıgil’in tüm bu yanlarına artık tek bir elden ulaşmak mümkün. Özgür Yayınları muhteşem bir işe el attı ve Halid Ziya’nın sanat, edebiyat ve dil hakkındaki 4 cilt halinde kaleme aldığı 151 yazısını bin sayfalık tek bir kitapta topladı.

İşte detaylar...





En kapsamlı bilgiyi, kitabı yayına hazırlayanlardan Levent Ali Çanaklı'dan edindim. Çanakçı şunları söylüyor: “Sanata Dair, Halid Ziya'yı Türk edebiyatı tarihinden başka Türk kültür tarihi ve eleştiri geleneğimiz içinde de önemli bir mevkiye taşımasıyla öne çıkmaktadır. Yazılarda sağlam bilgi ve derin bir yorum gücüyle ele alınan konuların çeşitliliği düşünüldüğünde rahatça bu yargıya ulaşılabilir. Fakat bu kitabı, bu tarz eserlerde var olan kuru didaktizme düşmekten koruyan bir unsur vardır: insan unsuru, yani zengin yaşantısı ve büyük hayat tecrübesi ile bizzat Halid Ziya… Bu sebepledir ki okuyucu bu kitabı okurken sadece bilgi edinmeyecek, zaman zaman karışık duygulara da kapılacaktır: Evlatlarının ölümünü görmüş bir babanın yazı faaliyetine büyük bir metanetle devam edebildiğine hayran kalacak; Batı edebiyatı hakkında bazılarını bugün bile bulmakta zorlanacağımız zengin malumatı nereden edindiğini merak edecek; kardelen çiçeğinin ülkemizde yetiştiğini bilmemesini yadırgayacak; dil meselelerine karşı hassasiyetinden pay çıkaracak ve nihayet pek çok yazısından anlaşılan meşhur beyefendiliğini, hoşgörüsünü takdir etmekten kendisini alamayacaktır.

Bu eser, Halid Ziya'nın romancılığı dışında az bilinen taraflarını bize gösteriyor: Denemeci, dil meselelerine karşı hassas bir aydın, bir darülfünun hocası, eleştirmen ve hepsinden öte iyi bir insan. Yazarın bu yönleriyle ilgili olarak, eseri hazırlayan sıfatıyla şahsen benim en çok etkilendiğim iki husus var: Birincisi yazarın olağanüstü beyefendiliği. Eleştiri yazılarında, sohbet tarzında kaleme aldıklarında buna bolca şahit oluyoruz. İkincisi, dördüncü cildi ayırdığı Batı edebiyatı hakkındaki vukufu. Mesela Walter Scott, Lord Byron hakkında bugün bile iyi kötü söz söyleyecek kaç kişi vardır bilemiyorum ama kendi devrinde Halid Ziya'nın edindiği ve aktardığı bilginin çok kıymetli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Ayrıca, Halid Ziya bir Cumhuriyet aydınıdır, malum. Cumhuriyet'in kültürel devrimleri etrafındaki tartışmaları bir tarafıyla bu eserden takip etmek de mümkündür. Özellikle Müzik devrimi, Halid Ziya'nın "Musiki İşi" adlı seri makalelerinde anlatılmıştır ki burada ifade ettiği görüşleri doğrudan doğruya devrim havasına bağlanabilir. (Bugünkü Zaman gazetesinde Selim İleri'nin yazısına da konu olmuştur.) Yazarın kişisel dil tutumu, sanat anlayışı ve bunlarda yaşadığı değişimler Türk dili ve edebiyatının 60 yıllık bir devrinin özeti ve aynası gibidir. Sanata Dair'i böyle bir bakış açısıyla okuduğumuzda Halid Ziya'nın yaşayan Türkçeye ne kadar doğru hamlelerle ilerlediğini de görebiliyoruz. Bu anlamda kısmen bugün bile devam eden eski dil-yeni dil-uydurma-öz Türkçe gibi pek çok tartışmaya da ışık tutabilir. Yukarıda etkilendiğimi söylediğim iki özelliğine bir üçüncüsünü daha ekleyeyim: Halid Ziya bize bu eseriyle, gelişmekten, yanlışı itiraftan ve nereden gelirse gelsin doğruyu kabulden korkmamayı Türkçe ve edebiyattan hareketle ve adeta "uygulamalı" olarak öğretiyor. Eleştirmen dedim yukarıda, yazarın kitabın önsözünde de belirttiğimiz bazı yazılarındaki eleştiri üslubu ve tutumu üzerine çok düşünülmesi gerektiğini söyleyebilirim. Bilgi, iyi niyet, dürüstlük ve zevk-i selim hakkında bugünün eleştirmenlerine çok şey öğreteceği kuşkusuzdur.

Edebiyatımızın önemli isimleri Beşir Ayvazoğlu, Selim İleri ve İnci Enginün ile de konuştum. Onların görüşleri de şöyle;

BÜYÜK EKSİKLİKTİ

Beşir Ayvazoğlu: “Halid Ziya’nın sanata diar düşünceleri daha önce Milli Eğitim Bakanlığı tarafından birkaç cilt halinde sunulmuştu. Halid Ziya Türk romanında Tanzimat’tan sonra gerçek anlamda yenilik yapmış, en sağlam romanları yazmış önemli bir sanat ve fikir adamı. Sanata, edebiyata, müziğe dair kendine has görüşleri vardır. Biz romancı olarak biliyoruz ama aynı zamanda bir sanat adamıdır. Şimdiye kadar o kitabın yayımlanmamış olması büyük bir eksiklikti. Böylece Halid Ziya külliyatına önemli bir katkıda bulunulmuş. Bu külliyatı bugünle buluşturmak isabetli bir karar oldu. Eleştirmen tarafı da okuyucunun dikkatine sunuldu.”

YENİ KUŞAK İÇİN BÜYÜK FIRSAT

Selim İleri: “Sanata Dair’in bütün kitaplarını tek bir ciltte toplayan Özgür Yayınları bugünkü yayın dünyamızda pek rastlanmayan örnek bir davranış sergiledi. Halid Ziya, bu yazılarıyla aynı zamanda çok önemli bir denemeci ve eleştirmen kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Onun bu özelliklerinden habersiz olan yeni kuşak okurları için kaçırılmayacak bir fırsat. Ama ne yazık ki bugünü satış endeksli kitaplarına düşkün okur, Özgür Yayınevi’nin böylesi bir çabasının değerini bilecek mi, kestiremiyorum.

TÜM YAZARLAR AYNI ŞANSA KAVUŞUR

İnci Enginün: Dünyanın her yerinde belli başlı yazıların bütün eserleriyle basılır. Böyle bizim gibi yazarın bir cümlesine takılıp kalmayız. Türkiye’de maalesef böyle değil. Üstelik sadeleştirme gibi ikinci elin müdahaleleriyle bunlar çok güvenilir baskılar olmuyor. Bu bakımdan bir yazarın bütün eserlerinin aslına sadık kalarak basılmasına minnettarım. Bu yazıların da bütün bir külliyat içinde değerlendirmek isterim. Yapanlara Allah razı olsun demekten başka bir şey yok. Çok iyi bir çalışma. Dilerim bütün yazarlar aynı şansa kavuşur. Bu çok ciddi bir yayın. Önemiyse hem bize Halid Ziya’yı tanıtıyor. Yazarın hatıraları, kitaplar hakkındaki görüşlerini, sanat görüşünü bir kez daha açıkladığı görüşler yer alıyor.

13 Mayıs 2014 Salı

Bir Türk orkestrasının İngiltere'ye davet edilmesi...


Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, her yıl yaklaşık 1 milyon izleyicinin takip ettiği dünyanın en büyük klasik müzik festivallerinden BBC Proms'a davet edildi. Türkiye'den BBC Proms'a katılacak ilk orkestra olan BİFO, temmuz ayında 6 bin kişilik görkemli Royal Albert Hall'da sahneye çıkacak. BBC radyodan canlı yayınlanacak  olan konser, 31 Ağustos’ta televizyondan canlı verilecek.

Bu başarı tesadüf değil. Bunu özellikle son iki yıldır BİFO’nun hemen hemen tüm konserlerini takip eden biri olarak söylüyorum.

Evet, bence Türkiye’nin en iyi orkestrası BİFO. Zaten toplamda kaç orkestra var ki? Evet Türkiye’de çığır açtı. Hem de 15 yıllık geçmişiyle yaptı bunu. Peş peşe konserler, muhteşem performanslar.. Kimler davet edilmedi ki… Özellikle bu yıl Rudolf Buchbinder, Roberto Alagna,  Roxana Constantinescu, Alexander Gavrylyuk aklıma gelenlerden bir kaçı. Son yıllardaki başarıda Borusan Kültür Sanat’ın orkestrayı daha fazla görünür kılma ve halkla buluşturma çabalarının payı büyük. Bununla beraber Şef Sascha Goetzel’i kesinlikle gözden kaçırmamak gerek. Dünyanın bir çok yerinde orkestralar yönetiyor. BİFO’nun da hem sanat yönetmeni hem sürekli şefi. E bize biraz da ülke sınırları çokça aşmış isimler gerekiyordu. Şefin enerjisi, müzisyenlerin dinamizmi BİFO’yu aldı Londra’lara kadar getirdi.

Önünde Borusan adı olsa da o aslında Borusan ‘İSTANBUL’ Filarmoni Orkestrası. Londra’da da bir Berlin Filarmoni, Viyana Filarmoni, New York Filarmoni gibi İstanbul Filarmoni olarak algılanacaklarından eminim. Bu bakımdan oradaki farkındalık çok etkin olacak. Bu davetin duyulmasıyla birlikte hemen harekete geçtim. Borusan Kültür Sanat Genel Müdürü Ahmet Erenli ile buluştum. Biz yeni duysak da bu tür organizasyonlar çok önceden ayarlandığı için davetin aslında 2011yılında BİFO’nun CD kaydıyla geldiğini söylüyor Erenli…

Nasıl gelişti bu süreç? 

İlk CD’miz çıktıktan sonra 2011'de Londra’dan teklif geldi. O kaydı çok başarılı bulmuşlar. Özellikle Respighi’nin eseri çok beğenilmiş. Bunu mutlaka seslendirmeniz kaydıyla gelir misiniz dediler. Böyle başladı. Ondan sonra hemen her konserimize yurtdışından basın çağırdık. Ve bunların yaptığı kritikler kendi basınlarında yer aldı. 60’ı aşkın yabancı basın geldi bu süreç içinde. Pek çok yere CD’lerin ilanlarını da verdik. Tüm bunlar bize alt yapı çalışması hazırladı. 6 bin kişilik salonu dolduracağız. O da ayrı bir heyecan. BBC, Avrupa’nın en farklı festivallerinden birisi. Çok İngiliz bir festival. Onlara hitap ediyor. Dünyanın her tarafından sanatçılar geliyor. Yaklaşık 75 konser yapıyorlar. Hemen hemen her konserleri radyodan canlı yayınlanıyor. Bizimki de yayınlanacak. Aynı zamanda 31 Ağustos’ta, televizyondan da yayınlanacak. Bu bizim için çok önemliydi. Daha sonra onun da DVD’si yapılacak ve piyasaya çıkacak. Bunlar bizim için önemli bir kimlik kartı. Bundan daha iyi bir teklif alınmazdı. Üstelik normal bir orkestra muamelesi görüyorsunuz. Bir Avrupa orkestrası nasıl davet ediliyorsa aynı şartlarla, destek alarak gidiyoruz.

15.yılını kutlayan BİFO, 120.yılını kutlayan festivale davet edildi. Bu da iki kat başarıyı doğuruyor olmalı... 

Bu sürede buraya gelmek bizim için çok önemli. 15 yıl o kadar kısa bir süre ki. Bugün Viyana Filarmoni 100. yılında bu disiplini sağlamış bir kurum. Biz daha çok yeni ve genciz. Onun da avantajını sahne üstünde görüyorsunuz. Orkestranın sahneye çıkarkenki heyecanı çok yüksek. Bu seyirciye de yansıyor.  Gençliğimiz bizim için avantaj.

Müzisyenler nasıl karşıladı bu haberi?

Hepsi çok heyecanlı ve mutlu. Bu bizim değil onların başarısı.


Bu davetin Türkiye için önemi nedir sizce? Bundan sonrası için nasıl bir yol açar? 

Bu Türkiye için ufak bir adım. Çünkü Türkiye çok büyük bir ülke. Ama kendi öz sanat alanında dahi çok ilerleyebilmiş değil. Yurtdışından iyi sanatçılar geliyor ama burada projelerin yapılması lazım. Biz bunu aşmak için önümüzdeki sezondan itibaren eser siparişlerine başlıyoruz. 2015’te Phillip Glass’a bir sipariş verdik. Prömiyer Los Angeles'ta.

Türkiye için farkındalığı artırır mı bu? 

Türkiye’de bir orkestra var. Sanatçılara sipariş veriyor. Onların ilk defa seselendirmeleri yapılıyor. Yurtdışında tanınan bir şefe vermek bizim tanınırlığımızı ve farkındalığı artırır.

REPERTUVAR İNGİLİZLERDEN

Repertuvarda neler olacak? Ortak mı belirlendi?

İngilizlere yönelik olacak. Çünkü orada Orta Avrupa’dan farklı bir seyirci var. Çalmayı çok istediğimiz eserler vardı ama uygun bulunmadı. Respighi’den 'Queen of Sheba' şartı var. Handel’den 5 dakikalık bir ufak eserimiz olacak. Holst’un 'Beni Mora' eserini çalıyoruz. Ben istemedim ama Mozart’tan Saraydan Kız Kaçırma Uvertürü var. "İngilizler bir Türk orkestrasından bunu dinlemeyi mutlaka ister" dediler. Gabriel Prokofiev’in bir eserinin dünya prömiyeri yapılacak. Daniel Hope da bize eşlik edecek.

http://www.aksam.com.tr/yasam/kultursanat/bifo-calacak-bbc-duyuracak/haber-305136

18 Nisan 2014 Cuma

Murat Gülsoy'dan Paris-İstanbul hattında bir 1908 romanı: "Gölgeler ve Hayaller Şehrinde"





Murat Gülsoy’un son romanı ‘Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’ raflardaki yerini aldı.  Fransa’da yaşayan bir Türk gencin, yıllar sonra gazeteci olarak 1908 olaylarını izlemek üzere ülkesine gelmesini, aşklarını, hayal kırıklıklarını en yakın arkadaşına mektuplarla anlattığı bu romanın, bir de sürpriz ismi var: Beşir Fuat!

“Ey okur, her şey 1968 senesinde başladı” diye yazılmış bir mektupla derin bir yolculuğa çıkmaya hazır olun. O tarihlerde çiçeği burnunda bir avukat sahaflarda bir defter buldu. Fransızca mektupların yer aldığı bu defteri tercüme etti ve kendisini bir anda 1908 yılında buldu. Mektupların sahibi Fuat’ın dünyasına girdi. Neler yoktu ki bu mektuplarda… Fuat’ın Fransa’dan İstanbul’a yolculuğuna, babasına, aşklarına, hayal kırıklıklarına, kimliğine dair her şey. Ve sürpriz isim: edebiyatımızın en önemli isimlerinden Beşir Fuat. Yazar Murat Gülsoy, Can Yayınları'ndan çıkan ‘Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’ adlı son romanında bizi de bu dünyaya davet ediyor. Siz de hayal ve gerçek arasında, romanın büyüsünde bir serüvene ortak oluyorsunuz. Gerisini yazardan dinleyelim…

*Romanın başındaki mektup gerçek mi?

Hayır. Hepsi bir romanın bir parçası, bir kurgu.

*Romanın serüvenini anlatır mısınız bize?

Birkaç yıldır üzerinde çalıştığım bir kitaptı. Olaylar 1908-1909’da geçiyor. Normalde tarihi roman yazmak gibi bir düşüncem yoktu. Bu zamana kadar yazdıklarımda da buna ipucu olabilecek şeyler yoktu. 19. yüzyıl son birkaç yıldır ilgi alanımda girdi. Çünkü o dönemde olup biten her şey hala devam ediyor. Bugünü anlamak konusunda çok daha değerli ipuçları sağlıyor. Bir yönü buydu. Diğer yönü de batılı gezginlerin gelip özellikle İstanbul ve civar yerlerde dolaşıp günlükler tutup yazıları yazmaları. Bakış açısından gündelik hayatı öğrenebiliyoruz. Çünkü roman bu coğrafyada çok geç başlayan bir tür. Roman, edebiyat yapıtları bize  insan nasıl yaşıyordu, hissediyordu onu veriyor. Anayasa sadece bugünün değil o günün de gündemiydi. Demek ki konu sadece bugünün meselesi değil. Benim bu hikayeye girmemin en büyük nedeni Beşir Fuat oldu. 1800’lerin sonunda yaşıyor ve intihar ediyor. Çok önemli bir aydın ve yazar. Günümüzde çok fazla bilinmiyor. Çeşitli nedenleri var. İlki materyalist olması ikincisi intihar etmiş olması. Ahmet Mithat’ın yazdığı gibi kötü bir örnektir aslında Beşir Fuat. Ben, bunu tersine çevirmek istedim. Kötü bir örnek olmadığını, tek bir katmandan oluşmadığını, kendi başına önemli bir hikaye olduğunu göstermeye çalıştım.



*Nasıl dahil oluyor peki Beşir Fuat romana?

Ben onun kendisini doğrudan yazmak istemedim. Normalde bir ailesi, İki oğlu var. Fransız metresinden olan bir kızı var. Onlar Beşir Fuat ölünce Fransa’ya taşınıyor. Ben buna bir kız, bir erkek kardeş daha ekledim. Beşir Fuat öldüğünden birkaç ay sonra doğacak olan bir Fuat daha oldu. O bir süre Türkiye’de yaşıyor. Sonra Fransa’ya gidiyorlar. Yarı Türk, yarı Fransız. 1908’de 21 yaşındayken gazeteci olarak Türkiye’ye olan biteni izlemeye geliyor. Bir süre burada siyasi olayları takip ediyor. Zamanla ben kimim sorusunu soruyor. Çünkü kimlik önemli bir konu. 19.yüzyıl sonu bunun karmaşasını Fuat da yaşıyor. Ama asıl karmaşayı İstanbul’a geldikten bir süre sonra babasının Beşir Fuat olduğunu keşfettiği zaman yaşayacak. Romanın son ikinci yarısında böyle bir sürpriz var. Roman Beşir Fuat romanı değil ama ölmüş bir baba olarak önemli bir rol oynadığı bir kitap.

*Hem Beşir Fuat, hem meşrutiyet…

Evet… İki ayrı konu. Bir araya geldi kitapta. Bence ilginç taraflarından birisi o oldu. 1908 tarihinin bilindiğinden daha da önemli olduğunu düşünmeye başladım. Tam anlamıyla çözülmüş bir konu değil. Bunları açıklamıyor kitap ama o dönemin sokaktaki insanlarının ruh durumundan, yaşayışından bahsediyor. Bir bakıma da İstanbul gezileri yapılıyor. Fakat bu geziler yapılırken İstanbul’un ruhunu Fuat başka açılardan incelemeye başlıyor. Gitgide kendi çocukluğu, arada kalmışlığını sorguluyor.

*Beşir Fuat’ı biliyoruz. Oğul Fuat nasıl bir karakter?

Oğul Fuat arada kalmış bir karakter. Bizim kendi düşünsel dünyamızı onda görüyorum. Beşir Fuat’ta da, o kuşağın ve bugünün insanında da var bu. Çünkü düşünce dünyamızın yarısı Batılı düşünürlerle hemhal olmuş durumda. Diğer yarısı da yaşadığımız yerden kendi geleneklerimizden çıkıyor. Bunun sentezini yapmaya çalışıyoruz sürekli. Bazen olmuyor. O gerilim noktaları da edebiyatın konusu haline geliyor. Bence dünyanın şu haline baktığımız zaman gittikçe süren bir konu. Artık Avrupa’nın dışında her yer doğu ve onunla hesaplaşmaya çalışıyor. Bütün bu gerilimler bu kitaba da yansıdı. İstanbul’da 21 yaşındaki bir gencin ruh durumu, aşkları da var tabii.

*Bir bakıma tarihi gerçeklere de dayanan bir roman diyebiliriz. Bununla ilgili yeni araştırmalar yaptınız mı? Ulaştığınız yeni bilgiler yazım sürecinizi etkiledi mi?

Sürekli araştırdım. Prens Sabahattin olayı epey rol kazandı. Başlamadan önce, romanda bu kadar yer vermek gibi bir düşüncem yoktu. Prens Sabahattin, yazarken çok kritik bir anda İstanbul’a dönüyor. II. Meşrutiyet döneminin başarısızlığı biraz da onun başarısızlığı gibi. Tam anlamıyla öyle değil ama ben biraz onun cephesinden de bakmaya çalıştım. Çünkü çok ilginç şeyler söyleyen bir adam. Tarihi bir roman yazmanın güzel tarafı araştırmaya olanak tanıması. Bunların romanı zenginleştirmesi. Bir gün bir tarih söylüyorsam o gün doğrudur. Bir olaydan bahsediyorsam kaynaklar olayın o gün olduğunu söyler. Sıkı bir araştırma yaptım.