16 Ekim 2011 Pazar

VİVALDİ İLE HAYATI YAŞAMAK..

Evet, sanırım ben Vivaldi ile yaşıyorum..İlkokul sıralarında önce Beethoven'la tanıştık. Teneffüs zili seslerimiz onun melodisiydi.. Önce bütün klasik müziği sanki onunmuş gibi zannettik.. Ben daha daha sonralardan Vivaldi ile tanıştım.. Ona bu kadar aşık olacağımı tahmin edemeyeceğim zamanlardı.. Ve bütün duyguları onunla yaşayabileceğimi tahmin edemediğim zamanlar..

Aslında bir klasik müzik dinletisi olarak da bakmıyorum Vivaldi'ye.. Bana bütün duyguları hissettirebiliyor.. Fiziki olarak bir melodi karşısında bir tek onunla harekete geçebiliyorum.. Otobüste, ofiste, iş dönüşü serviste, Osmanlı'nın ve Türk-Osmanlı kültürünün en yoğun kalıntıları olan Beyazıt yollarında bile.. Artık teknoloji hayatımızda malum. Ve her zaman mp3 çalar minik kahramanımız yanımızda.. En sinirli anınızda cihazı açtığınızıda onun o çok ince noktayla diğerlerinden ayrılan melodilerini duyduğunuz anda, e bir de gözlerinizi kaparsanız bu karma karışık vve herşeyi komplike olan hayattan sizi fazlasıyla uzaklaştırıyor.. Genel olarak klasik müziğin insan ruhunu dinlendirdiğine yönelik psikolojik açıklamalar mevcut olsa da , dediğim gibi Vivaldi 'nin o müthiş eserlerini kategorize etmek mümkün bile olamaz.. Evet belki bir Mozart ya da Bach dinlerken çok keskin hatlarla klasik müzik dinlediğinizi hissetseniz de (en azından ben), Vivaldi'de hayatı yaşarsınız.. Sevdiğiniz şeylere üzüldüğünüz zaman size her notasıyla çözümlemeler yapabilen birisi o. Ya da mutluluğunuzu konçertolarıyla pekiştiren...

4 Ekim 2011 Salı

MAYIN YERİNE ÇİÇEKLER EKELİM!


Geçtiğimiz cumartesi günü Taksim Hill Otel'de bir kitap tanıtımındaydım.. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sırasında yaşanmış olayları konu eden bir kitaptı bu..

1974 yılında Kıbrıs'ta her 2 halkın da yaşadıklarını konu ediyordu. Kitabın yazarı Rum kesiminden Panikos Neoklues. Her iki kesimden 133 farklı kişiyle röportaj yapmış ve bunun 50 tanesini kitabında yayınlamış.. Sorunun ve yaşanan acıların kaynağını çok iyi biliyor. Sözlerine İngilizce başlayana ve sadece İngilizce konuşan Neoklues, "Sizinle Türkçe konuşmak isterdim fakat ben küçücük bir çocukken öğretmenim bana Türklerden nefret etmemi söyledi. Bu yüzden Türkçe konuşamadığım için sizlerden özür diliyorum" dedi. Bu sözleriyle bile  Neoklues bu yaşananların bilinçli oluşturulup savaşa dönüştürülen milliyetçilikten kaynaklandığı, herkesin bilip kabullenemediğ bu durumu bir Rum olarak açık yüreklilikle belirtti. Savaşın gerçek nedeninin başka ulusların kışkırtmaları olduğunu ve öldürmelerin kendilerinden değil, üst subaylardan kaynaklandığı söyledi..

Gelelim konunun asıl ilginç tarafına...

Panikos Neoklues'un görüşmeleri sırasında Rum vatandaşı Ioannis Maraftefhis ile görüşmüş. Maraftefhis, o yıllarda Türk kesiminden Fethi Akıncı tarafından vurulmuş. Bu hikayeyi okuyan Fethi Akıncı, vuran kişinin kendisi olduğunu heyecanla yazara arayarak bildirmiş ve Maraftefhis ile görüşmek istediğini söylemiş.. Gelen telefon karşısında şaşıran yazar hemen Maraftefhis'i aramış ve görüşmeyi isteyip istemediğini sormuş. Maraftefhis memnuniyetle görüşmek istediğini söyleyerek, "O beni vurmasaydı ben onu vuracaktım" şeklinde cevap vermiş .. ( Tam burada ikili birbinie sarıldı ve salondaki Türk ile Rumlardan alkış koptu ve ben de dahil olmak üzere hepimizin gözleri doldu)

İkili 2009'da biraraya gelmiş ve halen daha görüşmeye devam ediyor. İkisi de savaşın kötü birşey olduğunu ve kendi istekleri dışında savaşmak zorunda kaldıklarını vurgulayak birbirlerine sarılıyor..

Sanırım sağda solda gördüğümüz yapay barış mesajlarından daha güzel olan tabloydu bu..İkisi de gerçekten samimiydi..İkisi de "Türk ve Rum" kimliklerinini yanı sıra "insan" kimlikleriyle biraradaydı..

Ve bütün bu yaşananları en güzel özetleyen yine kitabın yazarı oldu... "Gelin savaşa ve milliyetçiliğe karşı birlikte savaşalım,, ve gelin mayın yerine çiçekler ekelim!"

Not: Soldan sağa, Rum Ioannis Maraftefhis - Yazar Panikos Neoklues- Türk Fethi Akıncı

20 Mayıs 2011 Cuma

hangi zamandayım?

Homojen zaman modernite anlamında 16. Y.Y'dan itibaren başlamış Yani öznenin müdahil olmadığı bir zaman.. Benim son bir kaç ayım ise hangi zamandayım ve nerdeyim i sorgulamakla geçiyor.. Neredeyim ve hangi zamandayım?

Mekansal ve zamansal boyutun belirliği içinde bulunan durumun da belirsizliğini etkiliyor bunu... Sürekli insanın kafasında şu zaman nerdeydim şimdi neredeyim..Bu kargaşayı 3 yıl önce fazlasıyla yaşadım.. Ölçülülüğü tartışılır ama konumun tamamen dışında.. Herneyse özetle şunu anladım ki geçmişe dair sadece güzel şeyler hatırlanır..ve geçmiş her zaman en güzelidir,, homojen bir zamanınızda homojenlikten biraz sıyrıldığım zaman geçmişte yaşadıklarımla başbayım hep..



İletişimin önemli bir boyutu da unutmakla ilgiliymiş

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Bu Davet Bizim!


Merakla beklediğim oyuna sonunda gidebildim. Sıkı bir tiyatrosever olarak Ankara Devlet Tiyatrosu'nun "Memleketimden İnsan Manzaraları'ndan Onbir Tablo" adlı oyunun zevkle izledim. Tek kelimeyle büyülendim. Özellikle devlet tiyatroları oyunlarını ve oyuncuların performanslarını ayrı beğeniyorum zaten.

Salona girdiğimizde sahnenin arkasına yerleştirilmiş onbir farklı tablo ile karşılaştık. Bir de piyano vardı. Tek kişilik olan oyunda başrol ve tek rol Rüştü Asyalı'ya aitti. 40 yılı aşkın süredir devlet tiyatrosu oyuncusu olmak, seslendirmen olmanın farklılığını fazlasıyla hissettirdi bize..Nazım'ın yazdığı Memleketimden İnsan Manzaraları'nda 11 farklı hikaye seçilmiş ve bu hikayler tablolarla resmedilmiş. Asyalı o eşsiz sesiyle okurken hangi hikaye anlatılıyorsa o ışık o tablonun üzerinde yanıyor. Piyanist Cem İdiz de Asyalı'nın tonlamalarına göre ritmi belirliyor.

Beni ilk etapta en çok etkileyen Mehmetçik, Mehmet öyküsü demesi... Mehmetçik Mehmet " Açlık itten beter eder adamı" diyor. Tüylerimiz diken diken oluyor. Tabi salonun bir kısmı ve yanımdaki :) yi pek sarmıyor oyun. Takip edebilecekleri bir olay örgüsü bulamayınca sıkılıyor insanımız.

Tabloların birinde arkası dönük sarışın bir kız görüyorum. Ve merakla o tablonun hikayesini bekliyorum. Bir ip ve idamdan sonra asılı kalan bir bacak görülüyor. Ve sıra ona gelince anlıyoruz ki Nazım'ın "Tanya" sı tabloda anlatılan.."Zoe'ydi adı.. İsmim Tanya dedi onlara" diyor ve başlıyor anlatmaya..

Bu arada tabloların mimarının İbrahim Balaban olduğunu öğreniyorum .. Oyuna ağırlığını koyanlardan o da.. Harikalar yaratmış ...

Oyun boyunca anlatılan hikayelere göre Rüştü Asyalı'nın şiveleri değişiyor. Bazen Ege'li oluyor bazen Karadeniz'li..Hepsinin kimliğine bürünüyor adeta.. Adeta hayran bıraktırıyor kendisine..

Ve oyunun bitiminde ; 

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim.   ...... 

Nazım'ın DAVET'İ seslendiriliyor piyano eşliğinde...
Özetle Devlet Tiyatrolarına çok önem veriyorum Ve gerektiğiniden fazlasını hakeden bir kurum olduğuna inanıyorum..Her gittiğim oyun her izlediğim performans beni benden almaya yetiyor :) Trabzon'da kaldığım 3 yıl boyunca oyun olsa da gitsek diye bekler, tüm oyunlara giderdik.. İstanbul'a geri dönüşümle birlikte tiyatroların üstadlarını izlemek onların üstün performanslarına tanık olmak beni fazlasıyla mutlu ediyor..

2 Mayıs 2011 Pazartesi

1 Mayıs'ın Ardından..


1 MAYIS’IN ARDINDAN...

Türkiye’de her yıl gergin geçen, copların, kargaşaların konuştuğu,34 yıl öncesinde insanların öldüğü kanlı görütülerin yaşandığı bir 1 Mayıs’ın ardından bu yılki görüntüler hepimizi mutlu etti. Türkülerin söylendiği, halayların çekildiği, barış mesajlarının verildiği bir 1 Mayıs yaşadık. Yani olması gerektiği gibi.

Bu coğrafyadaki insanlar yıllarca zulme, baskıya maruz kalmış kimlikleri yok edilmeye, inançları inkar ettirilmeye çalışılmıştır. Bu 1 Mayıs bize bunların da kısmen geride kaldığını gösterdi. İnsanlar özgürce kendi dillerinde türküler söyleyip, halaylar çektiler. Fakat farklı görüşlerin farklı grupların belli günleri, olayları kendilerine sahiplenme çabasını burada da görmüş bulunuyoruz. Bunu anlamakta güçlük çekiyorum. 1 Mayıs sadece BDP’nin tekelinde olan bir şey değildir. Bu kadar sahiplenme güdülerini yanlış buluyorum. Taksim’deki alanda kutlamalar başlamadan önce Türkçe okunan bildirinin ardından Kürtçe bildiri de okunması bunlardan birisi. Kürtçe bildiri okuma, özgürce Kürtçe şarkılar söyleme, Kürtçe vaaz bu ülkede olması gereken şeylerdir. Fakat 1 Mayıs’taki ortak payda; işçinin, emekçinin haklarını tekrar tekrar dile getireceği ve bunu baskı ve zulüm içinde değil bayram havasında kutlayacağı bir ortamdır. Bununla birlikte Türkiye’deki tek etnik kimlik de Kürtler değildir. 1 Mayıs’ın bu mesajların verilmesinde seçilecek bir gün de değildir. 2012’nin 1 mayıs’ında bu bildirilere Lazca, Ermenice, Süryanice, Megrelce vb. etnik dillerde eklensin. İnsanlar saatlerce farklı dillerdeki bildirilerin okumasını beklemekle zaman geçirsinler. Özetle Kürtçe bildiri okunmasına karşı olmamakla birlikte 1 Mayıs’ın bütün halkların, bütün kimliklerin bayramı olduğunu unutmamak gerekir. Bayramı bu havada kutlamak, işçinin, emekçinin, sömürülenin, ezilenin sesini duyuracağı bir platform yaratmak en güzeli. Diğer mesajlar da yapılan gösterilerde veriliyor zaten.. O yüzden bırakalım 1 Mayısta ana tema sadeec işçi olsun.

İşçinin, emekçinin bayramı 1 Mayıs! Bütün Halklara Kutlu Olsun!