18 Nisan 2014 Cuma

Murat Gülsoy'dan Paris-İstanbul hattında bir 1908 romanı: "Gölgeler ve Hayaller Şehrinde"





Murat Gülsoy’un son romanı ‘Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’ raflardaki yerini aldı.  Fransa’da yaşayan bir Türk gencin, yıllar sonra gazeteci olarak 1908 olaylarını izlemek üzere ülkesine gelmesini, aşklarını, hayal kırıklıklarını en yakın arkadaşına mektuplarla anlattığı bu romanın, bir de sürpriz ismi var: Beşir Fuat!

“Ey okur, her şey 1968 senesinde başladı” diye yazılmış bir mektupla derin bir yolculuğa çıkmaya hazır olun. O tarihlerde çiçeği burnunda bir avukat sahaflarda bir defter buldu. Fransızca mektupların yer aldığı bu defteri tercüme etti ve kendisini bir anda 1908 yılında buldu. Mektupların sahibi Fuat’ın dünyasına girdi. Neler yoktu ki bu mektuplarda… Fuat’ın Fransa’dan İstanbul’a yolculuğuna, babasına, aşklarına, hayal kırıklıklarına, kimliğine dair her şey. Ve sürpriz isim: edebiyatımızın en önemli isimlerinden Beşir Fuat. Yazar Murat Gülsoy, Can Yayınları'ndan çıkan ‘Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’ adlı son romanında bizi de bu dünyaya davet ediyor. Siz de hayal ve gerçek arasında, romanın büyüsünde bir serüvene ortak oluyorsunuz. Gerisini yazardan dinleyelim…

*Romanın başındaki mektup gerçek mi?

Hayır. Hepsi bir romanın bir parçası, bir kurgu.

*Romanın serüvenini anlatır mısınız bize?

Birkaç yıldır üzerinde çalıştığım bir kitaptı. Olaylar 1908-1909’da geçiyor. Normalde tarihi roman yazmak gibi bir düşüncem yoktu. Bu zamana kadar yazdıklarımda da buna ipucu olabilecek şeyler yoktu. 19. yüzyıl son birkaç yıldır ilgi alanımda girdi. Çünkü o dönemde olup biten her şey hala devam ediyor. Bugünü anlamak konusunda çok daha değerli ipuçları sağlıyor. Bir yönü buydu. Diğer yönü de batılı gezginlerin gelip özellikle İstanbul ve civar yerlerde dolaşıp günlükler tutup yazıları yazmaları. Bakış açısından gündelik hayatı öğrenebiliyoruz. Çünkü roman bu coğrafyada çok geç başlayan bir tür. Roman, edebiyat yapıtları bize  insan nasıl yaşıyordu, hissediyordu onu veriyor. Anayasa sadece bugünün değil o günün de gündemiydi. Demek ki konu sadece bugünün meselesi değil. Benim bu hikayeye girmemin en büyük nedeni Beşir Fuat oldu. 1800’lerin sonunda yaşıyor ve intihar ediyor. Çok önemli bir aydın ve yazar. Günümüzde çok fazla bilinmiyor. Çeşitli nedenleri var. İlki materyalist olması ikincisi intihar etmiş olması. Ahmet Mithat’ın yazdığı gibi kötü bir örnektir aslında Beşir Fuat. Ben, bunu tersine çevirmek istedim. Kötü bir örnek olmadığını, tek bir katmandan oluşmadığını, kendi başına önemli bir hikaye olduğunu göstermeye çalıştım.



*Nasıl dahil oluyor peki Beşir Fuat romana?

Ben onun kendisini doğrudan yazmak istemedim. Normalde bir ailesi, İki oğlu var. Fransız metresinden olan bir kızı var. Onlar Beşir Fuat ölünce Fransa’ya taşınıyor. Ben buna bir kız, bir erkek kardeş daha ekledim. Beşir Fuat öldüğünden birkaç ay sonra doğacak olan bir Fuat daha oldu. O bir süre Türkiye’de yaşıyor. Sonra Fransa’ya gidiyorlar. Yarı Türk, yarı Fransız. 1908’de 21 yaşındayken gazeteci olarak Türkiye’ye olan biteni izlemeye geliyor. Bir süre burada siyasi olayları takip ediyor. Zamanla ben kimim sorusunu soruyor. Çünkü kimlik önemli bir konu. 19.yüzyıl sonu bunun karmaşasını Fuat da yaşıyor. Ama asıl karmaşayı İstanbul’a geldikten bir süre sonra babasının Beşir Fuat olduğunu keşfettiği zaman yaşayacak. Romanın son ikinci yarısında böyle bir sürpriz var. Roman Beşir Fuat romanı değil ama ölmüş bir baba olarak önemli bir rol oynadığı bir kitap.

*Hem Beşir Fuat, hem meşrutiyet…

Evet… İki ayrı konu. Bir araya geldi kitapta. Bence ilginç taraflarından birisi o oldu. 1908 tarihinin bilindiğinden daha da önemli olduğunu düşünmeye başladım. Tam anlamıyla çözülmüş bir konu değil. Bunları açıklamıyor kitap ama o dönemin sokaktaki insanlarının ruh durumundan, yaşayışından bahsediyor. Bir bakıma da İstanbul gezileri yapılıyor. Fakat bu geziler yapılırken İstanbul’un ruhunu Fuat başka açılardan incelemeye başlıyor. Gitgide kendi çocukluğu, arada kalmışlığını sorguluyor.

*Beşir Fuat’ı biliyoruz. Oğul Fuat nasıl bir karakter?

Oğul Fuat arada kalmış bir karakter. Bizim kendi düşünsel dünyamızı onda görüyorum. Beşir Fuat’ta da, o kuşağın ve bugünün insanında da var bu. Çünkü düşünce dünyamızın yarısı Batılı düşünürlerle hemhal olmuş durumda. Diğer yarısı da yaşadığımız yerden kendi geleneklerimizden çıkıyor. Bunun sentezini yapmaya çalışıyoruz sürekli. Bazen olmuyor. O gerilim noktaları da edebiyatın konusu haline geliyor. Bence dünyanın şu haline baktığımız zaman gittikçe süren bir konu. Artık Avrupa’nın dışında her yer doğu ve onunla hesaplaşmaya çalışıyor. Bütün bu gerilimler bu kitaba da yansıdı. İstanbul’da 21 yaşındaki bir gencin ruh durumu, aşkları da var tabii.

*Bir bakıma tarihi gerçeklere de dayanan bir roman diyebiliriz. Bununla ilgili yeni araştırmalar yaptınız mı? Ulaştığınız yeni bilgiler yazım sürecinizi etkiledi mi?

Sürekli araştırdım. Prens Sabahattin olayı epey rol kazandı. Başlamadan önce, romanda bu kadar yer vermek gibi bir düşüncem yoktu. Prens Sabahattin, yazarken çok kritik bir anda İstanbul’a dönüyor. II. Meşrutiyet döneminin başarısızlığı biraz da onun başarısızlığı gibi. Tam anlamıyla öyle değil ama ben biraz onun cephesinden de bakmaya çalıştım. Çünkü çok ilginç şeyler söyleyen bir adam. Tarihi bir roman yazmanın güzel tarafı araştırmaya olanak tanıması. Bunların romanı zenginleştirmesi. Bir gün bir tarih söylüyorsam o gün doğrudur. Bir olaydan bahsediyorsam kaynaklar olayın o gün olduğunu söyler. Sıkı bir araştırma yaptım.

14 Nisan 2014 Pazartesi

Her şey öykü için!




Fadime Uslu, son dönemlerin başarılı öykücülerinden. Aynı zamanda bir öğretmen. Aynı zamanda 2011 Yunus Nadi Öykü Ödülü'nün sahibi... Bu özellikleri sıralamakla uzar gider. 20 öyküsünün yer aldığı son kitabı 'Yaz Korkuları' Can Yayınları tarafından yayımlandı. Kitaptaki öyküleri anlamak için biraz zihninizi kurcalamak gerekecek evet.Kendisine sordum, yanıtladı. Bence en güzel kısmı da, 'Gündemden düştüğü zamanlar oldu ama öykü hala çok güçlü' cümlesi oldu. Bu topraklarda binlerce yıldır edebiyat yapılmamış, dünya edebiyatının en eşsiz örnekleri verilmemiş gibi estirilen bir havada, 2014 yılında genç bir yazar öykü türünden eserler vermeye devam ediyor. Takdir edilesi.

Fadime Uslu ilk öyküsünü öğrenciyken yazdı. Fakat bu gizli bir tanışıklıktı. Çevresindeki kimse bunu bilmiyordu. Bu gizli ilişki 10 yıl boyunca devam etti. 2007’de Sözcükler Dergisi’nde öyküsü yayımlanmadan önce kitap eklerinde öykü incelemeleri yayımlanmaya başladı. Böylece okur Uslu’yu daha yakından tanımaya başladı. 2010’da 'Büyük Kızlar Ağlamaz' adlı ilk kitabı yayımlandı. 2011’de 'Gölgede Yaşamak' başlığı altında bir araya getirdiği öykü dosyası Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Uslu şimdi yeniden karşım

*Öykü türünde eserler yükselişte. Bu türde eser verenler de beğeni topluyor. Siz de bu isimlerden birisiniz. Bunu neye bağlıyorsunuz? Hayatın yoğunluğu arasında, romanın karşısında bir kaçış mı oldu öykü?

Bu bir kaçışsa en iyi sığınma yerine hoş geldiniz, diyorum. Çünkü öykü parçalanmış zamanın, anlamın, anlam arayışının en iyi ifade yolu bence. Kuşağım öykücülerinin eserlerini yakından takip ediyorum. Çok çeşitli, yaratıcılığıyla zengin, geçmişin birikiminden yararlanan, bu birikimi şimdiki zamanın algı atmosferinde özgünlüğü elden bırakmadan yeniden biçimleyen öyküler yazılıyor. Öykü hep yazılıyordu, gündemden düştüğü dönemler oldu ama kesinlikle gücünü yitirmedi. Ellili, altmışlı yılların bereketi unutmamalı. Öykü şimdi yeniden yükseliş dönemini yaşıyor. Romana karşı değil, kendi değerleri üzerinde gelişen bir yükseliş bu.

*Yaz Korkuları yayımlandı. Kitapta hem günlük hayat ve bizden bir şeyler hem de psikolojik anlatımlar yer alıyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz öykülerinizi? 

Önce konu belirleyeyim, sonra o konuyu aydınlatacak araçları bulayım diye plan yapmıyorum. Yaşadığım, gözlemlediğim, tanık olduğum durumlar öykülerimin kaynağı. Konuları, metnin yapısını, özündeki çekirdeğin nasıl gelişeceğini belirleyen tek etken de dil. Yaz Korkuları’nın içeriğine değiniyorsunuz. Bu kitaptaki öyküleri yazarken şöyle bir meselem vardı: Modernizim görüntü aracılığıyla çeşitli biçimlerle bizi oyalıyor. Tüketmeye, daha çok kazanmaya, daha fazla güç elde etmeye ikna ediyor bizi. Televizyonu, interneti, basının araçlarını kullanırken, daha iyi görünmek, daha çok konfor elde etmek için sistemin tüketim kanallarına bağlıyor. Gönüllü kölelere dönüşüyoruz. Doğaldan uzaklaştıkça doğaya daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Yapay olanla doğallığın çatışmasını farkında olmadan yaşıyoruz. İlişkilerin içinin boşalması da bu gerilimin sonucu değil mi? İnsanın kendini tanımasının önünde çok büyük engeller var. İçini kemiren, bir türlü ele geçirip dışarı atamadığı kurdu var. Tüm bu engelleri yaşayan, aşmak için mücadele eden kişilerin hikâyelerine kulak kesildiğimde Yaz Korkuları büyük ölçüde şekillenmişti.

*Öykü daha farklı bir süreci beraberinde getiriyor. Romancı yazdıkça yazabilirken öykücü bunu yapmamak zorunda. Siz bunu nasıl başarıyorsunuz? Nelerden besleniyorsunuz? 

Hayatın içine saklanmış hikâyelerden, söylenmiş sözlerden ya da sözcüklere dökülmemiş davranışlardan, hayallerden, rüyalardan; yani yaşamımızı etkileyen, yöneten, baskılayan durumlarla onların altında yatan, dışarıdan görünmeyen buzdağından besleniyorum. Yalın ve yoğun anlatımın çaresini silgide buluyorum.

*2011’de Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü almıştınız. O günden bugüne yazım sürecinizi değiştiren, farklılaştıran ya da geliştiren şeyler oldu mu?

İlk öykü kitabım 2010’da yayımlanmıştı. Büyük Kızlar Ağlamaz adını verdiğim bu kitaptan sonra Gölgede Yaşamak başlığı altında bir araya getirdiğim öykü dosyası Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer görüldü. Onun ödülle onaylanması elbette cesaret verdi bana. Yazım sürecim ise değişmedi. Ödül almadan önce de öykünün yanı sıra çocuk kitapları ve kitaplar üzerine inceleme yazıları yazıyordum. Beslendiği kaynakları, kurguları farklı olsa da bu alanların kendi dinamiklerinin birbirlerini etkileyip geliştirdiklerini hissediyorum. Öteki türler gibi, öykünün uçsuz bucaksız sınırsız bir evreni var. Her biri biricik olan öykünün yapısına en uygun dili; dilin iç ahengini, müziğini bulmak için arayışlarım devam ediyor.

3 Nisan 2014 Perşembe

Saltanatın enteresan bilinçaltı


Bilenler çoğunlukta mı bilmiyorum fakat ben ilk kez duydum. Tarih Vakfı Yayınları’ndan bir e-mail geldi. Sultan III.Murad’ın Rüya Mektupları’nın Kitabü-l Menamat adıyla yayımlandığı yazıyordu. Rüya, padişah, mektup vs. hepsinin cazibesiyle birlikte konuyla ilgili bir haber hazırladım. Sonrasında kitap elime ulaştı  fakat orijinal haliyle yer alan mektuplardan pek fazla bir şey anlamadım. Yalnız kitabın ilk sayfalarında yine Sultan III.Murad’la ilgili ilginç anekdotlar yer alıyordu. Merak ya bu, duramadım. Kitabı hazırlayan Özgen Felek’e ulaştım. Felek ABD’de yaşıyor. Bu mektuplarla ilgili Stanford Üniversitesi’nde çalışmalar yapmış. Eylül ayından beri de Boston ve New York Üniversiteleri’nde akademik çalışmalarını sürdürüyor. Mail trafiğiyle bir röportaj yaptık. Hem konu hem Özgen Hanım’ın verdiği pozitif enerji sonucu ortaya karışık güzel bir şeyler çıktı.

Hikaye şöyle başlıyor. III.Murad henüz şehzadeyken bir rüya görüyor ve tabir ettirmek için alimlere gidiyor. Hiçbiri rüya tabir edemeyince musahibi Raziye Kadın Şeyh Şüca Dede’ye ulaşıyor. Şüca Dede de Şehzade Murad’â yakında tahta çıkacağını müjdeliyor. Bundan sonrasında da Sultan III.Murad Şeyh Şüca Dede’ye manen bağlanıyor.

Tabii ki rüyaların ardı arkası kesilmiyor. Belki de saltanat kendisine sunduğu sınırsız güçle kimi zaman kendisini Allah ve Hz. Peygamber olarak görüyor, kimi zaman da anlam veremediği garip yaratıklar rüyalarını başrolünde oluyor. Hatta öyle anlar oluyor ki rüyasında gördü diye devlet üzerinde askeri ve siyasi yeni kararlar alıyor. Benim için çok enteresan bilgiler oldu bunlar. Arka planını da Özgen Felek anlatsın;


*Sultan III. Murad’ın rüya serüveni, bununla birlikte Şeyh Şüca Efendi’yle teması nasıl ve ne zaman başlıyor?

Tarihçi Mustafa Ali’den öğrendiğimiz kadarıyla Sultan Murad’ın Şeyh Şüca Efendi’yle tanışması şehzadeliği sırasında başlıyor. Mustafa Ali’nin bize anlattığına göre, Sultan Murad Manisa’da şehzadeyken tuhaf bir rüya görmüş ve rüyasını tabir ettirmek için alim ve salih zatlara göndermiş. Fakat hiç biri rüyayı tabir edememişler. Nihayetinde, şehzadenin musahibi Raziye Kadın rüyayı civarda bağbanlık yaparak geçimini sağlayan Şüca Dede’ye götürmüş. Şüca Dede, rüyayı Şehzade Murad’ın pek yakında tahta çıkacağı şeklinde tabir etmiş.  Bu tabirden kısa bir süre sonra babası Sultan II. Selim’in vefatıyla tahta çıkmak üzere payitahta çağrılınca, Şehzade Murad hakiki bir Hak dostu olduğuna kanaat getirdiği Şüca Dede’ye intisap etmiş ve o günden sonra mektuplar halinde rüyalarını şeyhine göndermeye başlamış.

*Neler yazmış bu mektuplarda? Sadece gördüğü rüyaları gönderip Şüca Efendi’den yorumlamasını mı istemiş?

Her ne kadar mektuplar rastgele bir araya getirilmiş gibi görünse de, metin içindeki dinamikleri daha net bir şekilde ortaya koyabilmek için mektupları “Mistik Tecrübelere Dair Mektuplar”  ve “Tezkereler”  olarak iki ana kategoride incelemek mümkün. Rüyalar, “Mistik Tecrübelere Dair Mektuplar” kategorisi içinde yer alırlar ve rüyaları içeren mektupların sonunda Sultan Murad rüyanın tabirini rica eder. Tezkere başlığı altında etiketlenmiş mektuplarda ise Safevîlerle olan savaşlardan, şahsî korkularına, endişelerine, saraydaki kavgalara, kıskançlıklara, hatta müsahibi Raziye Hatun’un ailevî sorunlarına kadar hemen hemen her konuda Şüca Dede’ye yazdığını görüyoruz. Bu nedenle “Tezkereler”  bizim o döneme ait tarih çalışmalarımız için oldukça kıymetli.

*Nasıl rüyalar görmüş?

Daha çok Sultan Murad’ın seçilmiş bir sultan ve veli olarak misyonunu vurgulayan rüyalar olduğunu söylemek mümkün. Pek çok rüyada Hz. Peygamber’i, Hz. Ali’yi ve diğer halifeleri, Hz. Fatıma’yı, Hızır Aleyhisselam’ı, Zunnun-ı Mısri gibi tasavvuf büyüklerini görüyoruz. Öyle ki kimi rüyalarda nihayetinde şeklen Hz. Muhammed’e ve Hz. Ali’ye dönüşür. Ayrıca rüyalarında bir veli gibi kerametler gösterir, Peygamber’in miracında olduğu gibi, Cebrail aleyhisselam ile birlikte semaya çekilir, kendisine cennet ve cehennem gösterilir. Bunlara ilaveten acayip yaratıklar da yer alır.  Mesela güzel yüzlü, başı insan başına benzer, kulakları yerinde iki kanadı olan fakat gövdesi olmayan bir kuş var rüya mektuplarının birinde. Benzer şekilde, başka bir rüyada da ceviz küçüklüğünde, yeşil renkli, kaşları ve gözleri siyah, su dolu bir çanak içinde tuhaf bir insan başı geçiyor..

*Devlet işleri ile ilgili bir rüya var mı?

Devlet işleri ile ilgili ilginç rüyaları var, ama pek çok rüya devlet işleri ile ilgili değil. En azından zahirde.. Fakat bazı rüyalarında kendisini güvende hissetmediğini ve bir suikaste kurban gitme korkusu yaşadığını görmek dahi mümkün. Mesela rüyalardan birinde kendisini Divan’da, yanında Paşa ve defterdarları ile birlikte otururken görür. Bir süre sonra defterdar kalkar ve Sultan Murad’ın boġazına bir bıçaḳ çalar, boğazından üç damla kan damlar. Şeyhine bu rüyadan dolayı hayli huzursuz olduğunu anlatır.

*Size en ilginç gelen rüyası neydi? 

Metindeki rüyaların hepsi kendi içinde oldukça  ilginç, fakat bana en ilginç gelen şu rüya oldu: Rüyada dedesi Kanuni Sultan Süleyman ile giderlerken gayipten bir nida gelir ve Acem illerinin Sultan Murad’a verildiği müjdelenir. Sultan Murad’ın uzun bir barış döneminin ardından Safeviler üzerine yeniden seferler başlattığını biliyoruz. Onun askeri ve siyasi kararları üzerinde rüyalarının muhtemel etkilerini göstermesi açısından bu rüya anlatısının oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.

*Mistik tecrübeleri deniliyor. Nedir bunlar?

Mistik tecrübelere dair mektuplar Sultan’ın manevi alemde müşahede ettiği halleri, İlahi kaynaklı nida ve hitapları nakleder.  Bunların her biri metin boyunca vakıa, zuhur, müşahede, hayal, hitab, nida, ilham, hal, tecelli gibi farklı altbaşlıklar altında verilmiş. Pek çok ilham, nida ve hitap metninde Allah’tan geldiği iddia edilen “Ben insan olaydım, sen olurdum,” “… Sen bensin ve ben senim; aramızda fark yoktur” veya “Senden ve benden başka ilah yoktur...” şeklinde oldukça çarpıcı ifadeler dikkat çeker. Bunlar da aynen rüyalar gibi, Murad’ın özel olarak seçilmiş bir sultan olduğunu vurgulamak üzere seçilmiş anlatılardır.

*Mektuplar ne zaman ve nasıl Kitabü’l Menamat adı altında bir araya getirilmiş?

Metnin sonunda yazma eserin Hicri 1001 yani 1592/3  tarihinde Mirahur Nuh Ağa tarafından tamamlandığı notu düşülmüş. Sultan Murad, bir mektupta Şüca Dede’ye mektuplarını başkalarına okuduğu için sitem ediyor ve bundan duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Bu durumda, Sultan henüz hayattayken onun şahsi mektuplarının derlenip bir yazma eserde toplanması Sultan’ın gazabını çekeceği için kendisinden izinsiz derlendiklerini düşünmek biraz zor. Kanaatimce Şüca Dede henüz hayattayken veya vefat ettikten hemen sonra, Sultan şeyhine gönderdiği mektupları geri aldı ve muhtemelen seçtiklerini istinsah etmesi için Nuh Ağa’yı görevlendirdi.

*Hicri 1001 tarihinde derlenmiş dediniz. Bu tarihin özel bir anlamı var mı?

Aslında evet. Hicri 1001 senesi, birinci İslami milenyumun sonu ve ikinci milenyumun başına tekabül ediyor. Bu nedenle İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde, bazı gruplar içinde bir Mehdi beklentisi olduğunu biliyoruz. Bu yönüyle 1001 tarihi oldukça anlamlı. Yakından incelendiğinde bazı mektupların içeriğinde Sultan Murad’ın beklenen Mehdi olduğunun ima edildiğine dair işaretler bulmak mümkün. Açıkça  “Ben Mehdi’yim” demiyor tabii ki. Ama pek çok rüya, ilham, nida ve hitaptaki remizler ve semboller onun “Mehdi” olduğunu ima ediyor. İslam tarihi boyunca kendi rüyalarını veya bir takım hadisleri kullanarak Mehdi olduğunu ima edenler her zaman oldu. Hatta bugün bile benzer örnekler var biliyorsunuz; ama hiç kimse çıkıp da açık açık ben Mehdi’yim demiyor. Ya da diyemiyor…

*Mektuplar için ‘Sultan’a ait olduğu iddia edilen’ diye bir ifade yer alıyor. Tüm bunların gerçekliğinden ne kadar eminiz? Siz hangi tarihi kaynaklardan ulaştınız bu bilgilere?

“Sultan’a ait olduğu iddia edilen” derken şunu vurgulamak istiyorum. Nuh Ağa yazmanın giriş kısmında bunların Sultan Murad’ın Şüca Dede’ye gönderdiği mektuplar olduğunu iddia ediyor, fakat bu mektuplar Sultan III. Murad’ın kendi kaleminden çıkan orijinal mektuplar değil. Fakat dediğim gibi, Sultan’ın şahsi mektuplarının ondan izinsiz bir araya getirildiğini, süslenip ciltlendiğini düşünmek zor bir ihtimal. Murad dönemi ile ilgili en önemli kaynaklarımızdan tarihçi Gelibolulu Mustafa Ali, Sultan Murad’ın Şüca Dede’ye bu tür mektuplar gönderdiğini duyduğunu haber verir. Anlaşılan o ki böyle bir bilgi halihazırda ortada dolaşıyormuş. Metin Osmanlı Türkçesiyle yazılmış olmakla birlikte Ilahi kaynaklı olduğu iddia edilen pek çok Arapça ilham, nida ve hitap da içeriyor. Bu Arapca kısımların Türkçe tercümesini dipnotlarda verdik. Hem Türkçe hem de Arapça kısımda bugün için standart kabul edilen imladan sapmaları, farklı yazımları aynen muhafaza ettik, olması beklenen yazımları ise bir öneri olarak dipnotlarda belirttik. Yani metnin imlasını standartlaştırma veya düzeltme yoluna gitmedik. Bu nedenle aynı kelimenin birden fazla yazımlarını görebilirsiniz.  Ayrıca okuyucunun ve araştırmacıların işini kolaylaştırmak için her bir mektuba bir numara verdik. Bu numaralama sistemine göre Kitabü’l-Menamat 1858 mektup içerir.

*Bir de kitapta mektuplarda geçenler gerçek haliyle yer alıyor. Bu okumayı ve anlamayı biraz zorlaştırıyor…

Evet, mektupları sadeleştirme yoluna gitmedik. Mektuplar açık, net ve samimi bir dille yazılmış. Haklısınız, çevriyazı alfabesine alışık olmayan okuyucular için ilk bir kaç sayfada biraz sıkıntılı görülebilir. Ama okumaya başlayınca gözünüzün kısa sürede alıştığını farkedeceksiniz. Metin üzerinde ilk çalışmaya başladığımda çevriyazı kullanıp kullanmakta ben de tereddüt etmiştim. Ama çevriyazı alfabesi kullanmanın özellikle bunun gibi tek kopyası olan metinlerde gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu mektuplar dil çalışmaları için oldukça kıymetli bir kaynak. Eğer metni sadeleştirirsek veya Latin alfabesine aynen aktarsaydık metnin zenginlikleri ve pek çok özelliği kaybolacaktı.

http://www.aksam.com.tr/yasam/kultursanat/sultanin-bilincaltinda-neler-varmis-neler/haber-296636