30 Aralık 2013 Pazartesi

Henüz on yedi yaşında...



Henüz on yedi yaşında... İsmi bile insanı hüznün ortasına düşürmeye yetiyor… Edebiyatımızın en önemli isimlerinden Ahmet Mithat Efendi’nin bu muhteşem eseri.. O dönemde yaşamış biri, bir gazeteci, bir yazar nasıl olur da bir hayat kadınını hayatını yazmayı düşünür diye sormadan geçemiyor insan.

Kapı Yayınları müthiş bir işe el attı ve Türk Klasikleri’nin bir bölümünü yeniden yayımladı. Hem de Selim İleri’nin sunuşuyla. Eylül, Şehir Mektupları, İntibah gibi (belki de 100 temel arasında olması münasebetiyle) gibi bilinen eserlerin yanı sıra Ahmet Mithat Efendi’nin çok da ‘popüler’ olmayan bu kitabı da dizinin içinde yer alıyor. 

Roman tarzında kaleme alınan bu eserde Ahmet Efendi ve arkadaşı Hulusi, Beyoğlu’nda güzel bir akşam geçirdikten sonra şiddetli yağmura yakalanır. Evlerine gidemeyecekleri anlaşılınca da, araba aramaya başlarlar. Fakat bulamazlar. Otellerin son olarak akşam saat 6’dan müşteri kabul etmemeleri akıllarınca gelince çareyi geneleve gitmekte bulurlar. Deli dolu Hulusi’nin amacı farklı olsa da Ahmet Efendi sadece dışarıda kalmamak için buraya gelir. Kendisine Kalyopi adından bir Rum kızı verilir. Henüz on yedi yaşında…

Tek amacı bir an önce sabah olup buradan kurtulmak olan Ahmet Efendi ile Kalyopi arasında o gece ilginç bir etkileşim yaşanır. Ve Ahmet Efendi o günden sonra her gününü genelevde geçirmeye devam eder. Ama aralarındaki asla bir aşk değildir. Kalyopi de bu genç yaşında kimseden görmediği merhameti Ahmet Efendi’den görecektir. Ahmet Efendi bir gün Kalyopi’nin ilginç hikayesine tanık olacaktır… Ondan sonrası ise tamamen değişir.

Dönemin ahlaki açıdan iyice değişen hayatını, Beyoğlu’ndaki fuhuş dünyasını gerçekçi bir anlatımla gözler önüne seriyor Ahmet Mithat Efendi… Böyle bir konuyu ele alıyor.. Hem de oldukça gerçeklikle.. Belki de en önemlisi bugünün okuruna da bu hikayeyi okutup aradan geçen bir asırlık süre zarfında kendini bir insanın nasıl kötü yola düşebileceğini, nasıl kurtulabileceğini ve o insanların iç dünyasında neler yaşadığını da düşündürterek. İşte bu da Ahmet Mithat Efendi’nin ismini neye borçlu olduğunu fazlasıyla gösteriyor bize…

23 Aralık 2013 Pazartesi

Beethoven Festivali başlangıç olsun!




Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası Türkiye için büyük bir adım attı ve 15.yılını düzenlediği Beethoven festivali ile kutladı. Klasik müziğin en büyük isimlerinden birisinin adına özel olarak düzenlenen festival 3 gün sürdü. Fakat Mart ayında Rudolf Buchbinder’le piyano sonatları etkinliğiyle İstanbullularla buluşmaya devam edecek. Umuyoruz ki bu tarz projeler için bir başlangıç teşkil eder.Tümüyle Beethoven yapıtlarına adanan festivalde ilk akşam performansıyla büyüleyen, Christian Tetzlaff, Beethoven'ın 3. Senfoni'sini ve Keman Konçertosu Op.61'i keman virtüözü icra etti. İkinci akşam Alexei Volodin, Beethoven'ın "5. Piyano Konçertosu"nu yorumladı. Bütün bu eserler arasında gözlerin programda 9. Senfoni’yi de aradı.

Dev orkestranın büyük şefi Sascha Goetzel festival mutluluğunu yaşayan ve seyirciye hissettirenlerdendi. Özellikle Missa Solemnis’in sahnelendiği son akşamki performansı hepimizi kendisine ve ekibine bir kez daha hayran bıraktı.

Borusan Kültür-Sanat Genel Müdürü Ahmet Erenli ile geçtiğimiz ay yaptığımız söyleşide festivalle ilgili “15. yıl sezonuna bir tema ararken BİFO’nun ilk sezonunda Beethoven’in öne çıktığını fark ettik. Ülkemizde de en sevilen bestecilerin başında gelen Beethoven’ı ana tema yapmamızın doğru olacağını düşündük. Bu yıldan itibaren her yıl gerçekleştirmeye karar verdik ve ilkine Beethoven Festivali dedik. Tek temalı festival yapmak zor. Bunu dünyada da az görüyoruz. Bizimki daha mütevazı bir festival olacak. İçinde koral eserler, senfoniler, konçertolar ve ilk kez bir dans projesi yer alacak. Ama yüzde yüz Beethoven Festivali ülkemizde bir ilk olacak” demişti. Erenli ve ekibi bu sözlerin hakkını fazlasıyla verdiğine böylece tanık olduk. Teşekkür ediyoruz.
Fakat Lütfi Kırdar’a adım atmadan önceki atmosferi diğer konserlerden farksız oldu. Bir ‘festival’ adı ve Beethoven’ı duyunca kapıdan içeriye girdiğimizde çeşitli sürprizlerle karışılacağımızı düşünmüştük. Ama salondan içeriye girdiğimizde orkestranın performansı bize bu düşünceden çıkmamızda yardımcı oldu diyebiliriz. BİFO’yu binlerce kez alkışlıyor ve nice 15 yıllar diliyoruz. Önümüzdeki festivalin temasını sabırsızlıkla bekliyoruz.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Nazan Bekiroğlu, ben ve Mimoza Sürgünü!

Nazan Bekiroğlu'nun son kitabı 'Mimoza Sürgünü'

Edebiyatımızın naif kalemidir Nazan Bekiroğlu,

Eminim önce okurları sonrasında da onu tanıyan herkes,”O sakın kırılmasın, hiç üzülmesin” ister.. Yüz ifadesinden mi yazdıklarından mıdır bilinmez.

Benim bu güzel ve güzel yürekli kadınla hikayem ise İstanbul İletişim’i bitirmeden önce Trabzon KTÜ’de geçen 3 yıllık hayatımda başladı. Evet, kendisi hocamdı. O zamanlar çoğumuz tanımıyorduk ismi dışında. Kitaplarını dahi okumuşluğumuz yoktu. Bir gün dersimize geldi. O da ne, ne kadar güzel bir kadın! Yüzünü mü saçlarını mı, mor elbisesini mi inceleyelim bilemedik. Sonrasında konuşmaya başladı, kendini tanıttı ve hepimizi içine nereden geldiği belli olmayan bir huzur doldu. Nazan Hoca’mızdı artık bizim. Ses tonuyla, Türkçe’siyle anlattıklarıyla dersi hiç bitmesin istiyorduk. Yanlış hatırlamıyorsam Salı günü sabah saatiydi dersi. Çoğumuz koşa koşa geliyorduk.

Bir gün 5 dakika geç girdiğim sınıfta en ön sıranın üstüne oturmuş kitap okuyordu. Sınıfta çıt yok. Sait Faik’in “Havuzbaşı” öyküsüydü okuduğu. Çaprazına oturdum ve ben de dinlemeye başladım. Beyazıt Meydanı’ndaki bu iki köylünün diyaloğunu o olağanüstü diliyle nasıl okuyordu? Aynı gün dersten çıkışta hemen gidip Sait Faik’in Havuzbaşı öykü kitabını aldım. Kitabın ilk hikayesiydi Havuzbaşı. Okuyordum ama kulağımda hep Nazan hocanın sesiyle. Gözlerim yazının üzerinde gidip geliyor ama aslında Nazan hoca okuyordu. Bir süre sonra İstanbul Üniversitesi’ne geçtim. Kitabı aldım, bir ders çıkışı 5 dakikamı ayırarak rektörlüğün önüne oturdum. Kitabı açtım. Yine kulaklarımda o ses. İşte tüm Türkiye’yi yazdıklarıyla kendisiyle bağ kurduran bu kişi, bende de böyle bir iz bıraktı.

Öğrencilerinin ismini ezberleyememekten şikayet eder Nazan hoca. Muhtemelen beni de hatırlamaz. Ama o gün bugündür hep aklımdadır. Şimdilerde yeni kitabı çıktı. Mimoza Sürgünü. Timaş Yayınları'ndan. Gazeteye gönderdiler, kitap elime geçti. Hemen okudum. 278 sayfa yoğun tempoda çalışan benim için 3 güne sığdı. Takipçileri bilir, yazıların çoğu Zaman Gazetesi'nde de yayımlandı.

Deneme türündeki bu eserde Nazan hoca kısa kısa anlatılar sunuyor. Ve ne büyük şans ki onun sesinden en az bir öykü dinlemiş ben için bütün kitabı tekrar benim için okuyormuş gibi hissediyorum.Neler yok ki “Mimoza Sürgünü”nde.. Savaş, aşk, ortaokuldaki 6 yıllık sınıf arkadaşına duyduğu özlem, Kudüs’e olan tarifsiz sevgisi, Lale Devri, bir çiçeğin bir devre nasıl ismini verdiği, gecekondu hayatındaki samimiyetin koruma altına alınma gerekliliği, Tolstoy, Dostoyevski ve bunlarla buluşma anı.

Dostoyevski’den bahsetmişken kısa bir anım daha.. Nazan hoca yazmaya çok önem veriyordu. Patavatsız bir cümle değil benimkisi, illa edebi alanda olmasına gerek yok. Hayatın her anında. Öyle ki vize sınavlarımızdan bir tanesini yazılı sınav olarak yapmamış, tuttuğumuzu deftere bakar notlandırmıştı. Hepimizi sırayla çağırdı, dönem boyunca neler yazdığımızı, nasıl yazdığımızı tek tek inceledi. Notunu verdi. Derslerden birinde kitap okurken notlar almamızı söyledi ve yine unutmayacağım cümlelerden birini ekledi: “Bir edebiyat profesörüyüm. Dostoyevski’i sayısız kez okudum. Fakat her kitabını hala okuduğumda notlar alıyorum”

İşte ben de bundan sonra notlar almaya başladım. Küçük bir deftere notları geçirdim. Her kitabın bende bıraktıklarını İstanbul kapaklı bu defterime yazarım. Fakat “Mimoza Sürgünü”ne not yetiştiremedim. ,

Yarısından sonrasını 2.okuyuşum için notlandıracağım. Öyle ki hiçbir cümleden kopamıyorsunuz. Tek bir kopyası olan ve sadece kendisi için olan yazılarından kitaplaştırma sürecinde nasıl koptuğu, okuduğu kitaplardaki birbirine benzeyen ve çok fazla ön plana çıkmayan ‘silik karakterleri’söylenecek sözün bittği zaman başlayacak olan ‘ah’ı, İran’ı, Suriye’yi, evindeki ‘sinek’ ile tatlı kapışmasını okuyacaksınız bu kitapta. Hem de en stresli anınızda sizin için bir terapi olacak. Daha da karmaşık hale gelen bizi günden güne fazlasıyla tüketen bu dünyada ‘Neden’ sorusunu daha sık sormaya başladığınızda Nazan hoca size gereken açıklamayı yapacak; “Evrende hiçbir şey olup bitmiyor. Sürekli tekrarlanıyor. Her şey her an yeniden yaratılıyor. Zaman çizgi gibi ilerlemiyor. Dönüyor, bükülüyor. Nokta oluyor!” 

19 Eylül 2013 Perşembe

2014 Şehir Tiyatroları'nın yılı olabilir mi?

Geçtiğimiz sezon yönetmelik kriziyle çalkalanan İBB Şehir Tiyatroları, bu yılki repertuarını salı günü düzenlenen basın toplantısıyla tanıttı.

Yeni sezona 3 yeni oyunla merhaba diyecek. İlk etapta Aristotales’in 2 bin 500 yıl öncesinden ilk savaş karşıtı oyunu 'Lysistrata', ardından da edebiyatımızın iki büyük ismi Necip Fazıl Kısakürek ve Nazım Hikmet’in ‘Para’ ve ‘Yolcu’ oyunları sahneye konulacak. 'Para' geçtiğimiz sezon mayıs ayında sadece 1 kez sahnelenmişti. Nazım Hikmet’in 'Yolcu' adlı oyunun ise provaları sürüyor. Kısa bir süre sonra o da sahnelenmeye başlayacak. Sıkıntılı günlerin ardından Şehir Tiyatroları’nın bu döneme çok sayıda yeni oyunla ‘bomba gibi’ başlaması bekleniyordu. Bu 3 oyun dışında planlanan yeni oyunlar da var. Kadir Bozkurt’un ‘Sirke Tadında Böğürtlen Reçeli’, Gökhan Erarslan’ın ‘Vakti Geldi’ oyunu bunların arasında. Yeni yönetmelikli sezonun ilk tartışma konusu olan oyunu Zengin Mutfağı da bu yıl tekrardan oynuyor.

SİSTEMİ ANCAK OTURTABİLDİK

Basın toplantısında konuşan Genel Sanat Yönetmeni Hilmi Zafer Şahin’den samimi açıklamalar geldi: “13 Nisan’dan itibaren olan süreçte hatalarımız olmuş olabilir. Bu süreçte kurumu hiç tartıştırmamaya özen gösterdik. Sizden de önerilerinizi bizimle bu sezon daha sık paylaşmanızı istiyoruz” diyerek gazetecilere çağrıda bulundu ve ‘Eksiklerimiz olabilir, fikir alışverişinde bulunalım. Bize destek verin’ mesajı verdi. Yeni dönemdeki prömiyer sayısına ilişkin eleştirilere de şöyle yanıt verdi:  “Bunun nedeni geçen sezona biraz geç başlamamız. Kimseyi kırmadan, beraber çalışma ortamı yaratma süreci, yılsonuna doğru oldu. Bu sezon sahnelenecek Kösem Sultan, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım oyunları geçen sezonun sonunda sahnelenmeye başlamış oyunlar. Sadece 2 hafta oynadılar.” 

MUHSİN ERTUĞRUL VE NİCELERİNİN MİRASI

Evet, önümüzdeki yıl hepimiz için, tüm tiyatro severler için oldukça önemli. İstanbul’da yaşayanlar olarak hayatımızda oldukça önemli bir yerde konumlandırdığımız Şehir Tiyatroları 100.yılını kutluyor. 1914’te 1.Dünya Savaşı’nın en ağır etkilerini yaşayan bir toplumken, Batılı anlamda yeniliğe ihtiyaç duyan bir belediye başkanının (Cemil Topuzlu) o dönemde 3 bin lira ödeneğiyle atılan ilk adım ve beraberinde Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır’ın isim babası olmasıyla hayata başlayan Darülbedayi 100.yılını geride bırakacak. 1916’da Asker Ailelerine Yardım Cemiyeti yararına ilk oyunu ‘Çürük Temel’i oynayan tiyatro bugüne dek yetiştirdiği yüzlerce isim ve sayısız oyunla bir asırın tanığı oluyor. Bu miras, tiyatroda yeni bir çağ açan Muhsin Ertuğrul ve yüz yıl boyunca sahnede yer alan herkesin mirası.

2014 BİR DÖNÜM NOKTASI

Küllerinden doğan bir milletin sanat damarlarından belki de en güçlüsü olarak ilk adımı atan tiyatronun daha çok gelişmeye ve güçlenmeye ihtiyacı var. 2014 Şehir Tiyatroları için bir dönüm noktası olacak. Ya farklı konularla gündeme gelmeye devam edecek ya da yüzüncü yılda her türlü sıkıntıya rağmen dimdik ayakta duran ve çığır açan 1914 ruhuyla yoluna ilerleyecek. İBB imkanları sınırlı değil. İstanbul’un her noktasında farklı etkinliklerle bunu başarabilir. Yıl boyunca şehrin her noktasında tiyatro dolu dolu yaşatılır, bir farkındalık yaratılabilir. Genel Sanat Yönetmeni Şahin de bunun farkında. 2014’ün sadece 100.yıl olmadığını bundan sonrası için de bir başlangıç olduğunu ve kurumun tarihini yeniden tanımlamayı amaçladığını söylüyor. Biz de bir yıl boyunca yüz yıla yakışır etkinlikleri görmeyi umuyoruz. Bunu gerçekleştirmek kurum içerisindeki herkesin elinde. Dışarıdan müdahalelerin olmadığı, sadece sanatıyla gündeme gelen bir tiyatro. Kurumdakileri ve biz İstanbullu ve en önemlisi tiyatro severleri tek çatı altında toplamaya yetecek kadar büyük.. Şehrin Tiyatrosu… Nice yüz yıllara!

28 Temmuz 2013 Pazar

A LATE QUARTET - SON KONSER



-HAYATIN PROVASI YOKTUR!

Uzun zamandır sinemaya olan uzaklığım muhteşem bir filmle son buldu. Cuma günü vizyona giren “A Late Quartet – Son Konser” filminin öyküsünü okuduğum zaman “Tamam, işte bu!” dedim ve dün akşam filmi izledim..

Kendimden birşeyler bulacağıma o kadar emindim ki, film kötü olsa bile ben onu kendime göre formüle edecektim. Fakat tam da beklediğim gibi çıktı. Filmin sonunda sizi ağlatmadan salondan göndermeyecek olan “A Late Quartet”

*25 yıl önce genç ve heyecanlı bir kemancının teklifiyle bir araya gelen 4 müzisyen… Sezonun ilk konserinde birlikteliklerinin 25. yılını kutlamaya hazırlanır. Beethoven’ın eşsiz Opus.131’in provasını yaparken viyolonsel tınılarının grubu bozduğu fark edilir. Grubun en büyüğü Peter bir süre izin isteyip çalışmalara ara verir ve apar topar doktora gider. Parkinson hastalığına yakalanır, hareketleri yavaşlamaya başlar. Artık dörtlüde yer alamayacağını ve konsere yetişemeyeceğini arkadaşlarına açıklar.. Filmin öyküsü tam da burada başlıyor.

Robert hiçbir zaman olmak istemediği "ikinci keman" Biraz da hırsla dolu bir müzisyen. Eşi Juliette de dörtlüde çalıyor. 25 yıl önce tanışıp, Juliette’in kızları Alexandra'ya hamile kalması nedeniyle evlenen bir çift. Juliette hep birşeylerin eksikliğini hissetmiş ve eşine tam olarak bağlanamamış bir müzisyen olarak karşımıza çıkıyor. Peter’ın hastalığını öğrendikten sonra Robert’in “Gruba yeni birisi katılırsa ben birinci keman olarak çalacağım” şeklinde acımasız konuşmasıyla birlikte Juliette eşine “Sen çok iyi bir ikinci kemansın” der. İpler iyice kopar ve Robert aynı gün 25 yıllık eşini aldatır. İki eşin ayrılması da gruptaki bağı iyice koparır.

*Dörtlünün en genci Daniel ise grubun en genç müzisyeni..  Robert ve Juliette’ın kızı Alexandra’ya keman dersleri verir. Hiçbir zaman çalışını beğenmez ve ona hep eksik olduğunu hissettirir. Egolu tavırları da Alexandra’yı ona daha çok bağlar ve genç kız ile Daniel arasında aşk başlar. Bunu duyan anne-baba ile Daniel’in arası açılır ve grupta ayrışmalar iyice belirginleşir. Füg iyice dağılmış, 25 yıllık ilişkiler, duygular ve uyum iyice tükenmiştir.

*Bu sırada Parkinson hastası Peter, müzik okulunda öğrencilerine anılarını anlatırken birden daha iyi çaldığını hisseder. Ve konser için çalabileceğini arkadaşlarına açıklar. Beklenen gün gelir.. 25.yılın ilk konseri.. Ve burada büyük bir sürpriz yaşanır.

Bir müzisyenin hayatı, herşeye rağmen her türlü fedakarlıkla sadece çalma aşkı, evlilikteki tükenmişlik, grup içerisindeki bastırılmışlık duygusuyla yaşanan hırslar, aşk, vefa, özlem… Hepsi bu filmde o kadar iyi işlenmiş ki.. E üstüne bir de Beethoven, Rembrandt.. Gidiniz ! J


11 Mart 2013 Pazartesi



SARAJEVO İZLENİMLERİ

Biraz geç kalmış olsam da gezip gördüklerimi yazmaya karar verdim. Geçtiğimiz hafta bir basın toplantısı için Bosna- Hersek’in başkanti Saraybosna’ya yani Sarajevo’ya gittim. Yaşatılanlarla insanlık tarihinin en yakın utanç noktasına..
Beklediğimden çok daha keyifli geçen Saraybosna izlenimlerini paylaşıyorum..

Havaalanı şehir merkezine 15- 20 dakikalık bir mesafede. Şehrin biraz dışında diyebiliriz. Uçaktan şehir merkezine kadar olan yol boyunca size verilen tek mesaj var. “Biz büyük acılar çektikBunu anlatmak için hiçbir şey yapmamış Saraybosnalılar. Sadece yol boyunca uzanan ve kurşunlanan bütün binaları bu gerçeği unutmamak ve unutturmamak için tekrardan yapmamışlar.. Binaların dış cepheleri hala delik.


Otelimiz şehir merkezindeydi. Bu yüzden fazlasıyla gezme fırsatımız oldu. Saraybosna'nın en ilginç ve  belki de en güzel yanı hem Osmanlı hem Orta Avrupa kültürüne sahip olması. Bunu çok belirgin bir şekilde gözlemleyebiliyorsunuz. Şehir merkezinin bir yanı tamamen Osmanlı. Türkiye’de dahi bu kadar belirgin Osmanlı izleri taşıyan yer yok. Burada kervansaraylardan kalıntılar, camiler, çeşmeler, bakırcılar, küçük dükkanlar yer alıyor. Sokaklar daracık ve sizi sürekli aynı meydana çıkarıyor.

                                         


Şehrin diğer yarısının büyük çoğunluğunu ise Avusturya-Macaristan yapmış. Bu caddelerde yürüdüğünüzde çağdaş Avrupa’yı gözlemleyebildiğiniz gibi caddelerin arasında birden karşınıza çıkan katedraller, kiliseler de size o kültürü fazlasıyla hissettiriyor. Bu yüzden Sarajevo’nun çok çok çok büyük bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Yüzde 75’i Müslüman olan kentte büyük acılar çekilmesine rağmen 3 din de barış içerisinde yaşamını sürdürüyor. Tur rehberimiz “Biz burada Avrupa’nın Kudusü diyoruz” dedi. 300 metrelik bir alan içerisinde Cami, Kilise, Sinagogları gördükçe hemfikir oluyorsunuz.




Otelimizin bulunduğu sokağın hemen başındaki yer ise dünya siyasi tarihinde çok önemli yere sahip. Burası 1. Dünya Savaşı’nın başladığı, ya da başlamasına yol açan, fitili ateşleyen yer. Tarih kitaplarında okuduğumuz Avusturya- Macaristan veliahtı Ferdinand’ın 1914 yılında Sırp öğrencisi Gavrilo Princip tarafından vurulduğu yer. Veliaht hamile olan eşiyle birlikte akşam yemeği için konakladığımız Otel Europa’ya gidiyormuş. Caddeden köşeyi döndükten sonra burada kendisini bekleyen Princip tarafından eşi ile birlikte vurularak öldürülmüş. Bu da bütün dünyayı hem siyasi hem sosyal olarak dönüştüren o savaşın başlama noktası olmuş;
İşte o yer; 
Bunca olan biten arasında beni en çok etkileyen ise“Sarajevo Gülü” oldu. Caddede yürürken birden küçük kırmızı işaretlere rastlıyorsunuz. Kafanızı kaldırdığınızda ise savaş döneminde oraya bir bomba atıldığını ve 10-15 ya da daha fazla kişinin öldüğünü ve bu kişilerin isimlerinin yazılı olduğuna tanık oluyorsunuz. İnsanın kanını donduran çok ince bir ayrıntı. Bu kadar yakın tarihte böyle büyük bir savaş, böyle büyük yıkım ve katliam.. 
                   Sarajevolular bunları hem kendileri unutmak istemiyor hem de insanlığa unutturmak istemiyor.. Haklılar da.. 1992-1995 yılları arasında 11 binden fazla insan hayatını kaybetmiş bu kentte. Hayatını kaybedenlerin cenazelerini kaldıran yakınları da bombalanmış, kurşuna dizilmiş.. Nasıl bir zulümdür ki ölüleriyle vedalaşma hakkı bile tanınmamış. İnsanlar bu yüzden savaşta kaybettikleri yakınlarını gece yarısından sonra defnetmeye başlamış.
                  Diğer bir etkileyici nokta ise Tünel Spasa. Bosnalılar savaş yılları boyunca şehirde yemek, ilaç vb. ihtiyaçları bitince bunları karşılamak için bir tünel kazmışlar. Ve bu tünel şehir kuşatma altındayken havaalanı ile bağlantı sağlayan tek yermiş. 

             Şehir merkezinden uzakta olan bu tüneli ziyaret ettiğimizde her yer oldukça sessiz ve hava çok soğuktu. Tüneli ziyaret ettikten sonra düz bir alana doğru yürüdüm. O kadar sessizdi ki, sanki bu şehre hala daha savaş hakimmiş gibi hissettim. Tünelin üstündeki küçük müzede ziyaretçi defteri yer alıyor. Buraya yazdığım ve bu güzel insanlara söyleyebileceğim belki de tek cümle “ Allah bu acıları bir daha yaşatmasın!”



Not: Saraybosna’ya gitmişken Mostar Köprüsü’ne gitmedik mi? Hayır gitmedik :) Bulunduğumuz yere iki saat mesafedeki o güzel yeri maalesef göremedim. O da bir dahaki sefere :)










22 Şubat 2013 Cuma

DOĞA VE AŞK ADINA - MAHLER / 3.SENFONİ




Dün akşam ben ve İstanbul için unutulmaz akşamlardan birisiydi.. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası klasik müziğin en önemli isimlerinden Gustav Mahler’in 3. Senfoni’sinin İstanbul prömiyerini yaptı.


Mozart, Beethoven, Vivaldi, Chopin kadar aşina olmadığım Mahler’i ben de ilk kez izledim. 1893-1896 yılları arasında yazılan eser bambaşka bir havaya sahip. Klasik dönem bestecilerinin duygularından çok daha farklılarına kapılıyorsunuz. Fakat tarifi biraz zor. İlk bölümde sadece sanatsal bir çalışmayla mı karşı karşıyasınız yoksa hisleriniz de harekete geçecek mi diye tedirgin oluyorsunuz. Fakat özellikle 2. bölümden sonra nerede olduğunuz bile farkında olamıyorsunuz.

Senfoni 6 bölümden oluşuyor; Bunlar sırasıyla;

-Pan’ın uyanışı. Yazın gelişi.
-Çayırlıkta çiçeklerin bana anlattıkları
-Ormanda hayvanların bana anlattıkları
-İnsanın bana anlattıkları
-Meleklerin bana anlattıkları
-Aşkın bana anlattıkları

Bütün bunları dinlendikten sonra Mahler’i daha fazla keşfetmem gerekiyor hissine kapıldım. Mozart, Beethoven ya da  Vivaldi’yi dinlerken aşinalığınız verdiği tecrübeyle ne hissettiğini anlayabiliyor, aynısını siz de hissediyorsunuz. Fakat Mahler’de bu biraz daha zor olsa gerek. Bariz olan tek şey ise doğaya olan aşkı.  Gözlerinizi kapatın ve şuan bulunduğunuz yerden en uzağa, doğaya ulaşacağınız en yakın yere gidin. Yaklaşan ölümü, doğumu, ve bugünü düşünün.

Elimizdeki notlara baktığımızda “Bu senfoni gerçek bir doğasever olan Mahler’in bu sevgisinin müzikal anlatımıdır. Bestecinin en önemli elçilerinden biri olan büyük orkestra şefi Bruno Walter, senfoninin neredeyse tamamlanmış halini Mahler’den piyanoda dinlemek için 1896’da bestecinin Alp Dağları’ndaki yazlık evini ziyaret etmiş. Sohbet ederken dağ manzarasını seyre daldığı sırada Mahler kendisine, “Manzaraya bakmana gerek yok, çünkü hepsini çoktan besteledim” demiş.

Hem 3. Senfoni’nin hem de Mahler’in özeti bu olsa gerek.

Beni etkileyen bir diğer bölüm de eserin 4.kısmı oldu. Bu bölümde Mahler’in çok sevdiği Friedrich Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt”kitabından alıntılanan bölümde gece karanlığı tasvir edilmiş;

Mezzosoprano Monica Groop’un yorumladığı metin şöyle;

Ey insan! Kulak ver!
Derin gece yarısı ne söyler?
Uyudum, uyudum,
Uyandım derin rüyalardan
Derindir dünya, 
Daha derindir gündüzün düşündüğünden.
Derindir acısı,
Haz daha derindir yürek acısından
Acı der ki Git ve bit!'
Oysa tüm hazların istediği bengilik,
Derin mi derin bengilik!!

Ve en önemli kısım :) 

Türkiye’nin başına gelebilecek en iyi şeylerden biri olan Borusan Filarmoni Orkestrası Genel Sanat Yönetmeni ve Sürekli Şefi Sascha Goetzel.. Onu Beethoven 9. Senfonisi’nden sonra bir kez daha canlı izlemek benim için büyük bir mutluluk.. Santa Cecilia Akademi Korosu ve Borusan Çocuk Korosu’na da bol alkış!




9 Ocak 2013 Çarşamba

MERAKLISI İÇİN ÖYLE BİR HİKAYE!






Her hafta 2 oyuna giden ve en son oyununu 3 hafta önce izlemiş birisi olarak mutsuzluğumun nedenini bugün anladım J

Uzun zamandır merakla beklediğim, 2 kere bilet ayarlayıp iş dolayısıyla gidemediğim “Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye” adlı oyunu bugün Fatih Reşat Nuri Sahnesi’nde izleme imkanına sahip oldum. Büyük usta Savaş Dinçel’in oyunlaştırdığı ve yıllarca sahnelediği bu eser edebiyatımızın büyük çınarlarından Sait Faik’in öykülerinden oluşuyor. Oyun 2008'den beri de Naşit Özcan tarafından sahneleniyor.


Tiyatro her şeyiyle birlikte insanı mutluluğun en üst noktalarına çıkaran bir sanat. Fakat bu oyunda sanki  bu mutluluğu daha yoğun hissediyorsunuz. Büyük bir Sait Faik ve Orhan Veli hayranı olan ben için ise iki kat daha fazla mutluluk.. İki perde boyunca “Hayır, salondan çıkıp 2013’e geri dönmek istemiyorum “ diye düşündüm sürekli J

Sait Faik bizleri Burgazada’da karşılıyor, sonrasında sırayla Beyoğlu, Karaköy, Taksim Parkı hepsinde gezintiye çıkarıyor.. O her an içinde bulunduğu yazma hissi ile sizi sürüklüyor.. O kadar mutlu oluyorsunuz ki herhangi bir tarifi yok.. Benim için en güzel kısım ise rakı masası başında Orhan Veli ile konuşmasıydı..

Oyunun ilginç kısımlarından  birisi de Özcan’ın “hişşştt” diyerek bunu bütün seyircilere tekrarlatması oldu.. Ve ekledi;

 "Nereden gelirse gelsin, dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, otta, böcekten, çiçekten.. Gelsin de nereden gelirse gelsin.. Bir hişt sesi gelmedi mi fena! Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları. Hişşt, hiişşt!

İlk perdedeki son zamanlarda anlamsızca bir tartışma konusu haline getirilen “Şeker Portakalı” göndermesini de atlamamak gerek.. Salonda alkış kopardı.. Tiyatronun ne demek olduğunu hatırlattı..

Tabi oyun boyunca Naşit Özcan’ın performansını göz ardı etmek yanlış olur.. Tamamen Sait Faik’in ruhuna bürünmüş.. Fakat zaman zaman oyundan bağımsız seyirci ile diyalog kurduğu da oldu. Bu durum sanırım o dönemden ve oyundan kopmak istemeyen ben için pek iyi olmadı, ama o kadar usta bir oyuncu ki, sizi hemen oyunun içine geri çekiyor. 

Sait Faik'in en sevdiğim hikayesi Havuz Başı.. Her an Beyazıt'a gidip Havuz Başı'na da gönderme yapacak diye bekledim.. 


Hemen hemen benzer bir oyun da “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” idi.. Ziya Osman Saba’nın hayatını adeta nutkumuz tutularak  izlemiştik.. Orada da metin, oyun, müzikler ve Uğur Arda Aydın tek perdede bizleri alıp götürmüştü..“Ha üç gün önce, ha beş gün sonra.. Saati çalınca, gelince sıra, nasıl yaşadıysa nasıl habersiz nasıl öldüyse bu insan”.. “Hüznün yarısı cebimde” sesleri 1 yıldır hala yankılanıyor kulaklarda..

Oyun için “Sait Faik, Savaş Dinçel, Orhan Veli, Dostoyevski, Naşit Özcan.. Bu isimlerin geçtiği bir oyunda ne beklersin ki.. İşte o kadar iyi oyun” diye bir yorum yapılmış..  Uzun lafın kısası da  bu olsa gerek

Gidiniz.. Huzur dolacaksınız..