2 Kasım 2014 Pazar

Tatlı hikayeler bunlar...



“…O yıllarda Eminönü’nden Galata’ya dolmuş kayıkları işlerdi. 5 kuruştu. 10 kuruşa iki kişi rahatlıkla geçerdi. Bir gün Eminönü’nde gezdiğimiz sırada bana, "Seni buradan karşıya geçireyim. Bir de köfte ısmarlayayım" dedi. Karşıya geçtik, bir köfteciye girdik. İsmi Hoşgör Köftecisi’ydi. Küçücük bir dükkândı. Orada bir de Mualla abla vardı. Köfte mi yapıyordu, hizmet mi ediyordu  hatırlayamıyorum. İşte onu hikâyeleştirdi. Tatlı hikâyeler bunlar. Oradaki kişiler sahici kişiler, olay da sahici bir olay.”

Bu sözler Hoşgör Köftecisi’nin yazarı, İstanbul şairi Orhan Veli Kanık’ın kız kardeşi Füruzan Yolyapan’a ait. Geçen yıl bir araya geldiğim Füruzan Hanım, bana bu kitabı hediye etti. Orhan Veli’nin ‘Size bu yazımda üç masalı bir balıkçı meyhanesinde gördüğüm bir dünyadan bahsedeceğim’ diye başladığı bu hikâyede anlatılan her şey, şairin hayatında tanık olduğu o keyifli anları bize de yaşatıyor.



Daha önce çeşitli derlemelerle Şairin İşi adlı düzyazılarında yer alan bu 6 hikâyeyi Yapı Kredi Yayınları yeniden değerlendirdi ve tek kitap altında topladı. Düz yazılarına çok aşina olmadığımız Orhan Veli’nin bu kısa öyküleri 1947-1950 yılları arasında kaleme alınmış. Şiirlerindeki o ‘doğallığı’ ve hikâyelerinde de görmek mümkün. Şiirlerini okuduğunuz zaman içinize gelen huzuru, öykülerini okuyunca da hissediyorsunuz. Orhan Veli karşınızda oturuyor ve size bir şeyler anlatıyor. Öykünün sonunda “Böyle bir vaka gerçekten olabilirdi, olmadı halbuki, hepsini ben uydurdum” diye okuru şaşırtıyor. 

Kitaptaki kimi öyküler, şiirlerini çağrıştırıyor: ‘Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum’ cümlesini okurken, şairin ‘Açsam Rüzgâra Yelkenimi’ şiiri geliyor akıllara. Bazı hikâyelerden Sait Faik, bazılarından Sabahattin Ali tadı alıyorsunuz. Muhtar Hasan ile Kara Hüsnü’nün kasaba düğünündeki kavgası ise şaşırtıyor. Çünkü siz Orhan Veli’yi ‘İstanbul şairi’ olarak tanıyorsunuz.

Orhan Veli’nin ölümünden sonra kâğıtları arasında bulunan, Bitlis Ermenisi olan Amerikalı yazar William Saroyan’ın da bir öyküsü yer alıyor. Yazarın ‘Love, Here Is My Hat’ adlı öyküsünün serbest çevirisi, 17 Kasım 1952’de Vatan Gazetesi’nde yayımlandı....

“Saadet nedir? Herkes saadeti tanımış mıdır bu dünyada? Bu meseleler üzerinde uzun uzun konuşmak mümkün. Kim bilir, belki ben de o zaman söylediklerimden vazgeçerim. Ama zaman zaman ben de kendimi mesut sansam ne çıkar?”

27 Ekim 2014 Pazartesi

Polonya Sanatında Oryantalizm'in izleri Pera Müzesi'nde!

2014, Türkiye-Polonya arasındaki diplomatik ilişkilerin 600.yılı. Polonya’da neler oluyor hala daha bilmiyoruz fakat Türkiye’de bu yıldönümü oldukça ‘aktif’ geçiyor. Yıl boyunca özellikle sanat alanında süren etkinliklerin sonuncusu ve sanırım en başarılısı Pera Müzesi’nde başladı.

Prof. Dr. Tadeusz Majda küratörlüğünde düzenlenen “Polonya Sanatında Oryantalizm” sergisi Polonya sanatındaki oryantalist eğilimlere odaklanıyor. Özellikle resim başta olmak üzere sergideki eserlerde desen, tekstil ve gravürlerde Osmanlı’nın izlerini görmek mümkün.

Sergi Polonya Cumhuriyeti Kültür ve Ulusal Miras Bakanlığı desteğiyle ve Varşova Ulusal Müzesi işbirliğiyle düzenleniyor. Pera Müzesi’nin titiz girişimleriyle birlikte sergi için Varşova, Krakow, Poznan, Wroclaw Ulusal Müzeleri, Varşova Üniversitesi Kütüphanesi ve Lazienki Kraliyet Müzesi’nin yanı sıra İstanbul Askeri Müzesi, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Oryantalist Resim Koleksiyonu’ndan toplam 188 eser sanatseverlerin beğenisine sunuldu.  

İki ülke arasında, Haçlı ordularında çok sayıda Polonyalı askerin yer almasıyla başlayan tanışıklık, Osmanlı ve Polonya’nın doğrudan karşı karşıya geldiği Mohaç Meydan Savaşı’yla had safhaya ulaşmış, Macaristan’ın büyük bir bölümünü ele geçiren Osmanlı’nın Polonya ile komşu olmasıyla bu tanışıklık büyük bir etkileşime dönüşmüş. Osmanlı Devleti’nin Lehlerle girdiği bu mücadelelerin yansımaları Polonya sanatında, özellikle de resimde kendini gösteriyor.

Tartışmasız sergideki eserlerde öne çıkan resimlerin teması savaşlar! Aslında Batı resminin genelini etkilese de yaklaşık 500 yıllık siyasi etkileşimin yaşandığı Polonya’nın resmini de savaşların süslemesi elbette ki kaçınılmaz. Özellikle kendi ülkelerinin tarihine odaklanan sanatçılar Viyana Kuşatması’nın da etkisiyle eserlerinde bunu sıklıkla işlemiş.İki ülkenin çarpışmalarını en çok öne çıkaran isim ise 1864-1876 yılları arasında Sultan Abdülaziz’in saray ressamlığını yapan Stanislaw Chlebowski. Ressamın doğu silahlarının renkleri dokuları ve süslemelerini öne çıkaran yağlıboya eskizleri , Abdülaziz’in talimatıyla yaptığı Varna Savaşı, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’a Girişi ve Viyana Savaşı adlı tabloları bu kültürü bütünüyle harmanlamasından kaynaklanarak sergide bir adım öne çıkıyor.


                                Chlebowski, Varna Savaşı, 1865-1875, Krakow Ulusal Müzesi

Sergideki eserlerde öncelikle savaş figürleri yer alsa da, harem, atlar, kıyafetler gibi eserler de yine oryantalizmin etkilerini görmek mümkün. 


                      Franciszek Zmurko, Padişahın Emriyle, 1888, Varşova Ulusal Müzesi 

Etkinliğin en başarılı eseri, serginin görseli de olan Zmurko’nın 1888 tarihli tuval üstüne yağlıboya resmi olan “Padişahın Emriyle.” Varşova Ulusal Müzesi’nden getirilen bu eser Batı’da da büyük bir hayranlıkla karşılanıyormuş. Görsel açıdan muhteşem olmasının yanı sıra resmin konusu da ziyaretçiyi büyülemeden geçmiyor. Bir kadın, haremde öldürülen bir kadın, kuvvetle muhtemel saray entrikalarına kurban gitmiş bir cariye. İşte  bütün bunlar Zmurko’nun eserinin serginin gözdesi yapmaya yetiyor.

Jozef Brandt, Şahin Pazarı, 1886 
Polonya Oryantalist resminin popüler motiflerinden birisi de atlar. Atlar, tarihi boyunca çok sayıda milletle savaşan Polonya’nın askeri alandaki kullanımının yanı sıra, Polonyalı üst sınıfın uğraşı olan avların da vazgeçilmez bir unsuruymuş.19.yüzyılda  Polonya resmine girmeye başlamış ve resimlerde Türk bakıcılar tarafından idare edilen güzel atlar şeklinde tasvir edilmiş. Jozef Brandt’ın 1886 tarihli ‘Şahin Pazarı’ eserinde de bunu görmek mümkün. Özel bir koleksiyondan alınarak sergilenen bu eser oryantalizmi en yerinde gösteren eserlerden birisi.

“Polonya Sanatında Oryantalizm”, 18 Ocak’a dek sürecek. Sergiye paralel olarak yan etkinlikler de gerçekleştirilecek. Müze, Kasım-Aralık ayı boyunca başta Roman Polanski olmak üzere Polonya filminin en başarılı seçkilerini sunacak. Aynı zamanda 14 Kasım Cuma, 28 Kasım Cuma ve 19 Aralık Cuma tarihlerinde de “Polonya’dan Yeni Sesler” başlığı altında konser serisi gerçekleştirilecek. Çocuklar da unutulmadı! Pera Eğitim tarafından “Atölye Polska, Polonya Sanatını Keşfediyoruz” adı altında oldukça başarılı bir etkinlik var. 1 Kasım’da başlayacak programda 4-14 yaş arasında gruplandırılan çocuklar önce sergiyi gezecek, sonrasında Polonya sanatından etkiyle tasarım dünyalarını geliştirecek etkinliklere imza atacak. 

5 Ağustos 2014 Salı

10. D Marin Klasik Müzik Festivali'nin ardından...





Türkiye’de ilk kez bir marinada düzenlenen klasik müzik etkinliği olan D-Marin Turgutreis Klasik Müzik Festivali bu yıl 10’uncu yaşını kutladı.

Açılışı 31 Temmuz akşamı Fazıl Say yaptı. Festival için özel verilen siparişte Fazıl Say, bir Ege efsanesin olan Hermias-Yunus Sırtındaki Çocuk’ta harikalar yarattı. Beklediğimden çok daha fazla bir etki yarattı bu eser…

Dostluk kelimesinin anlamını "yaşamaya" bu kadar çok ihtiyacımız olan bugünlerde, yanıtı en güzel Fazıl Say vermiş olsa gerek. Bulduğunuz ilk yerde izleyin derim. Fazıl Say, 3 efsaneyi bestelemek istiyormuş, birisi gerçekleşti, diğer ikisinin ne zaman ve nasıl olacağını şimdiden merak ediyorum.

Gelelim festivale… Doğuş Grubu tarafından Türkiye’de ilk kez bir marinada düzenlenen klasik müzik festivali olan D-Marin Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali 10’uncu yılı geride bıraktı 2009’da Avrupa Festivaller Birliği’ne üye kabul edilen festivali 5 bin 500 kapasiteli alanda  bugüne kadar 140 bin müziksever izlemiş. 

Ben de ilk kez bu festivalde bulundum. Kış mevsiminde yatların alındığı çekçek alanı olarak kullanılan marina temmuz-ağustos(tarih değişebilir) bir klasik müzik festivali olarak muhteşem konserlere imza atıyor. Gerisini sanat yönetmeni Yücel Canyaran’dan dinledim…

*Klasik müzik alanında orkestralar, topluluklar var. Çeşitli etkinliklere de imza atıyorlar fakat yaz mevsiminde düzenlenen bir klasik müzik festivali 10 yılı geride bıraktı. Neler söylemek istersiniz?

Pek çok festival büyük bir hevesle başlatılıyor, maalesef düzenliliğini koruyarak devam edemiyor. Sanatsal etkinlikler destekçi veya destekçiler olmadan başlayamaz ve sürdürülemez. Bu anlamda Doğuş Grubu’nun 10 yıldır kurucu destekçiliğini üstlendiği bu festivalin, istikrarlı şekilde sürdürülebilmesini Türk müzik tarihi açısından çok anlamlı buluyorum. Ülkemizde sıklıkla çok sesli evrensel müzik elitist ya da dinlemesi zor bir müzik biçimi olarak algılanabiliyor. Festival ilk yıllarından itibaren evrensel müziğin herkes tarafından dinlenip sevilebileceğini benimsetmeyi ilke edinmiş. Festivalin amacı da özenle seçilmiş repertuarıyla müzikseverlere keyif alacakları ve beklentilerini karşılayacak bir etkinlik sunmaktır. Büyük bir mutlulukla; festivalin bu hedefini gerçekleştirdiğini söyleyebilirim.

*İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde yaz mevsiminde klasik müzik konserleri genelde çok seyirci çekmiyor. Turgutreis gibi bir tatil yerinde klasik müzik konserleri ve festivali düzenlemenin avantajı/dezavantajı nedir? Seyircileri nasıl çekiyorsunuz konserlere?

En büyük zorluk çekek alanında yoktan var edilen konser ortamını oluşturmak. Festivalde önce oldukça görkemli bir sahnenin kurulması; 5.000'i aşkın sandalyenin tek tek numaralandırılıp yerleştirilmesi, açık havada olduğumuz için olabilecek en mükemmel ses düzeninin kurulması… Bunlar seyircinin gördüğü tarafı; sahne arkasında ise sanatçıların ihtiyaçlarına uygun bir kulis alanı yaratılması çok önemli. Pek çok konser mekanında var olan şeyleri; bu alanda da hazır etmeniz ve mükemmel hizmet vermeniz gerekiyor. Aslına bakarsanız seyircileri konserlere müzik çekiyor, biz değil! Biz seyirciyle müziği en doğru şekilde, doğru repertuvarla buluşturmaya çabalıyoruz. Bir de bizim çok kazanmak istediğimiz kitle var ki; onlar tesadüfen ya da çekinerek konserlere gelenler.

İşte bu noktada çok büyük bir mutluluk duyuyoruz, çünkü o insanlar arasında "Neden daha önceki yıllarda gelip izlememişiz, kimleri kaçırmışız? Sıkılırız zannetmiştik oysa ne kadar sevdik!" diyenlere sıkça rastlıyoruz... İşte festivalin yola çıkış nedeni, amacı bu! Festivalin 10 yıldır müdavimi olan seyircilerimiz zaten bu dünyayı çok dikkatle takip edenler; yani hangi solist geliyor, hangi orkestra çalacak, dahası hangi şef yönetecek ve hangi eserler çalınacak... Bunları gerçekten kültür olarak benimsemiş ve okuyan, araştıran büyük bir izleyici kitlemiz var. Yeri geldiğinde eleştirilerini de paylaşıp bizim daha iyiye ulaşmamızı sağlıyorlar. Her zaman yanımızdalar ve bize güç veriyorlar. Bu vesile ile yıllardır festivalimizi takip eden ve bizi yalnız bırakmayan tüm seyircilerimize buradan çok teşekkür ediyoruz!

*Her yıl yurt dışından da sanatçılar ağırlıyorsunuz.. Festivalin 10.yılında yurt dışındaki farkındalığı ne durumda?

Evet haklısınız; yurt dışından pek çok solisti ve yabancı orkestrayı konuk ediyoruz. Gelenler dünyanın en iyileri arasında; yani tüm dünyanın gözü onlarda… Güzel olan ise festivalimize katılan sanatçılar bu büyülü ortamda, duygu yüklü ve coşku dolu Türk halkından ayrılırken zorlanıyor. "Yine davet edin, yine gelelim, burada olmaktan çok mutluyuz" diyorlar. Festivalden ve Türk izleyicisinden yurt dışında övgüyle bahsedildiğine tanık oluyoruz. Bunun yanı sıra pek çok önemli sanatçı ajansları festivalimizi takip ediyorlar.

*Konserlerden elde edilen gelir iki vâkıfa bağışlanacak. Festival bir sosyal sorumluluk projesine mi dönüşüyor? 

Festival ilk gününden itibaren sosyal sorumluluk projesi olarak yola çıkmış. İlk sosyal sorumluluğu evrensel müziği Türk halkına sevdirmek olmuş, daha sonra bunu yapmak için çok doğru bir yol haritası çizilmiş. Doğuş Grubu ilk yıllardan bu günlere; kar etmek şöyle dursun, masrafını dahi çıkartmayan sembolik fiyatlara halka bu konserleri izleme olanağı sunarak zaten büyük bir sosyal sorumluluk örneği gösteriyor. İlk yıllarda Anadolu'daki konservatuvarlarda enstrüman sahibi olamayan öğrencilere enstrüman bağışı yapılarak, daha sonra da tüm bilet gelirleri Tohum Otizm Vakfı ve Bodrum Sağlık Vakfı’na otizmli çocuklar ile ailelerine yönelik çeşitli projelerde kullanılmak üzere bağışlanıyor. Bu şekilde de sosyal sorumluluk taçlandırılmış oluyor. Sonuç olarak evrensel müzikle; evrensel mesajlar ve paylaşım yumağı her yıl biraz daha büyüyor!


25 Temmuz 2014 Cuma

Arabistan’da bir kız çocuğuysan , bisiklet bile süremezsin!


Suudi Arabistan’lı kadın yönetmen(bunu belirtmeliyim) Haifaa Al Mansour’un ülkesindeki yasak nedeniyle gizlice çektiği ‘Vecide’ filmi bugün vizyona girdi. Bu yıl Oscar’da da yarışan filmde, 10 yaşındaki bir kızın ülkesindeki baskılar altında bisiklete “sahip olma” serüveni anlatılıyor.

Mansour filmi, ülkesindeki yasak nedeniyle bir minibüse gizlenip, telsizlerle komut vererek gizlice çekmiş. Kısa zamanda tüm dünyada duyulan Vecide’nin hikayesi Oscar’a kadar uzandı. En İyi Yabancı Film kategorisinde Suudi Arabistan’ı temsilen yarışan film ödüle layık görülmedi.

FİLMİN KONUSU

Riyad’da yaşayan 10 yaşındaki Vecide, baskıcı çevresine rağmen eğlenmeyi seven, girişken ve her zaman sınırları zorlayan bir kızdır. Mahalledeki en yakın dostu Abdullah ile kavga ederken yarış yaparlar ve Abdullah bisiklet kullandığı için Vecide’yi geçer. En yakın arkadaşının sırf kız olduğu için ona: “Sen kızsın bisiklet kullanamazsın” demesi üzerine, Vecide’nin aklında artık tek bir şey vardır: "Bir bisiklete sahip olmak." 


Toplumun bisikletli bir kızı hoş karşılamayacağını düşünen annesinden izin ve para koparamayan Vecide, kendi imkanlarıyla işi çözmeye koyulur. Okulda öğretmenleriyle arası iyi değildir çünkü ‘itaatkar’ davranışlar sergilemez. Okula başı açık gelir, yasak olmasına rağmen oje süren kızlara yardımcı olur. Öğretmenleri de Vecide’yi ‘asi’ olduğu gerekçesiyle sürekli göz önünde tutar. Vecide bisikleti için gerekli parayı biriktiremeyeceğini düşündüğü sırada okulun bir Kur’an yarışması düzenlediğini ve ödülün 1000 riyal olduğunu öğrenir. Hayalleri için savaşmaya hazır olan Vecide Kuran derslerine başlar. Yarışmayı kazansa da Arabistan’da bir kız çocuğu olmanın bedelini yine ödeyecektir. Çünkü ödülü ne yapacaksın sorusuna, “Bir bisiklet alacağım” şeklinde cevap verir.

Film, Arabistan’da kadın olmanın, küçük yaşlarda başlayan zorluğunu en ince noktasına kadar hissettiriyor. Sadece Vecide değil, bir erkek çocuk ‘doğuramayan!’ annesinin de maruz bırakıldığı dışlanmışlığı da görmek mümkün. Aslında ne çok tanıdık değil mi?



ÜLKEMİZİ KADINLAR ŞEKİLLENDİRECEK!

Haifaa Al-Mansour, ilk Suudi kadın yönetmen olmasının yanı sıra Suud Kralığı’nın önemli yönetmenleri arasında yer alıyor. Mansour tüm dünyada yankı bulan filmiyle ilgili şunları söylüyor. “Suudi Krallığı’nda çekilen ilk uzun metraj filmin altına imza atmış olmaktan oldukça memnunum. Tıpkı Wadjda(Vecide) gibi, büyük hayaller kuran, güçlü karaktere sahip ve büyük potansiyellere sahip kadınların olduğu bir Suudi köyünde doğdum. Ülkemizi bu kadınlar yeniden şekillendirecek.” Filmin başrollerinde Waad Mohammed, Reem Abdullah, Abdullrahman Al Gohani ile Sultan Al Assaf yer alıyor.

23 Haziran 2014 Pazartesi





O bir sanat adamı…

Sadece Aşk-ı Memnu'nun yazarı değil, öyle değil mi?

Çoğunlukla romancı kimliğini biliyoruz ama o aynı zamanda  bir sanat adamı. Halid Ziya Uşaklıgil’den bahsediyoruz. Aşk-ı Memnu’nun yazarı, Servet-i Fünun’un nesir ustası olan Uşaklıgil’in Türk edebiyatındaki etkisi tartışılmaz ama yazar aynı zamanda usta bir hikayeci, anı yazarı… Osmanlı’nın son dönemlerine tanık olmuş, sanat ve kültür meselelerine yakında ilgilenen ve teklifler sunan bir aydın…  Uşaklıgil’in tüm bu yanlarına artık tek bir elden ulaşmak mümkün. Özgür Yayınları muhteşem bir işe el attı ve Halid Ziya’nın sanat, edebiyat ve dil hakkındaki 4 cilt halinde kaleme aldığı 151 yazısını bin sayfalık tek bir kitapta topladı.

İşte detaylar...





En kapsamlı bilgiyi, kitabı yayına hazırlayanlardan Levent Ali Çanaklı'dan edindim. Çanakçı şunları söylüyor: “Sanata Dair, Halid Ziya'yı Türk edebiyatı tarihinden başka Türk kültür tarihi ve eleştiri geleneğimiz içinde de önemli bir mevkiye taşımasıyla öne çıkmaktadır. Yazılarda sağlam bilgi ve derin bir yorum gücüyle ele alınan konuların çeşitliliği düşünüldüğünde rahatça bu yargıya ulaşılabilir. Fakat bu kitabı, bu tarz eserlerde var olan kuru didaktizme düşmekten koruyan bir unsur vardır: insan unsuru, yani zengin yaşantısı ve büyük hayat tecrübesi ile bizzat Halid Ziya… Bu sebepledir ki okuyucu bu kitabı okurken sadece bilgi edinmeyecek, zaman zaman karışık duygulara da kapılacaktır: Evlatlarının ölümünü görmüş bir babanın yazı faaliyetine büyük bir metanetle devam edebildiğine hayran kalacak; Batı edebiyatı hakkında bazılarını bugün bile bulmakta zorlanacağımız zengin malumatı nereden edindiğini merak edecek; kardelen çiçeğinin ülkemizde yetiştiğini bilmemesini yadırgayacak; dil meselelerine karşı hassasiyetinden pay çıkaracak ve nihayet pek çok yazısından anlaşılan meşhur beyefendiliğini, hoşgörüsünü takdir etmekten kendisini alamayacaktır.

Bu eser, Halid Ziya'nın romancılığı dışında az bilinen taraflarını bize gösteriyor: Denemeci, dil meselelerine karşı hassas bir aydın, bir darülfünun hocası, eleştirmen ve hepsinden öte iyi bir insan. Yazarın bu yönleriyle ilgili olarak, eseri hazırlayan sıfatıyla şahsen benim en çok etkilendiğim iki husus var: Birincisi yazarın olağanüstü beyefendiliği. Eleştiri yazılarında, sohbet tarzında kaleme aldıklarında buna bolca şahit oluyoruz. İkincisi, dördüncü cildi ayırdığı Batı edebiyatı hakkındaki vukufu. Mesela Walter Scott, Lord Byron hakkında bugün bile iyi kötü söz söyleyecek kaç kişi vardır bilemiyorum ama kendi devrinde Halid Ziya'nın edindiği ve aktardığı bilginin çok kıymetli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Ayrıca, Halid Ziya bir Cumhuriyet aydınıdır, malum. Cumhuriyet'in kültürel devrimleri etrafındaki tartışmaları bir tarafıyla bu eserden takip etmek de mümkündür. Özellikle Müzik devrimi, Halid Ziya'nın "Musiki İşi" adlı seri makalelerinde anlatılmıştır ki burada ifade ettiği görüşleri doğrudan doğruya devrim havasına bağlanabilir. (Bugünkü Zaman gazetesinde Selim İleri'nin yazısına da konu olmuştur.) Yazarın kişisel dil tutumu, sanat anlayışı ve bunlarda yaşadığı değişimler Türk dili ve edebiyatının 60 yıllık bir devrinin özeti ve aynası gibidir. Sanata Dair'i böyle bir bakış açısıyla okuduğumuzda Halid Ziya'nın yaşayan Türkçeye ne kadar doğru hamlelerle ilerlediğini de görebiliyoruz. Bu anlamda kısmen bugün bile devam eden eski dil-yeni dil-uydurma-öz Türkçe gibi pek çok tartışmaya da ışık tutabilir. Yukarıda etkilendiğimi söylediğim iki özelliğine bir üçüncüsünü daha ekleyeyim: Halid Ziya bize bu eseriyle, gelişmekten, yanlışı itiraftan ve nereden gelirse gelsin doğruyu kabulden korkmamayı Türkçe ve edebiyattan hareketle ve adeta "uygulamalı" olarak öğretiyor. Eleştirmen dedim yukarıda, yazarın kitabın önsözünde de belirttiğimiz bazı yazılarındaki eleştiri üslubu ve tutumu üzerine çok düşünülmesi gerektiğini söyleyebilirim. Bilgi, iyi niyet, dürüstlük ve zevk-i selim hakkında bugünün eleştirmenlerine çok şey öğreteceği kuşkusuzdur.

Edebiyatımızın önemli isimleri Beşir Ayvazoğlu, Selim İleri ve İnci Enginün ile de konuştum. Onların görüşleri de şöyle;

BÜYÜK EKSİKLİKTİ

Beşir Ayvazoğlu: “Halid Ziya’nın sanata diar düşünceleri daha önce Milli Eğitim Bakanlığı tarafından birkaç cilt halinde sunulmuştu. Halid Ziya Türk romanında Tanzimat’tan sonra gerçek anlamda yenilik yapmış, en sağlam romanları yazmış önemli bir sanat ve fikir adamı. Sanata, edebiyata, müziğe dair kendine has görüşleri vardır. Biz romancı olarak biliyoruz ama aynı zamanda bir sanat adamıdır. Şimdiye kadar o kitabın yayımlanmamış olması büyük bir eksiklikti. Böylece Halid Ziya külliyatına önemli bir katkıda bulunulmuş. Bu külliyatı bugünle buluşturmak isabetli bir karar oldu. Eleştirmen tarafı da okuyucunun dikkatine sunuldu.”

YENİ KUŞAK İÇİN BÜYÜK FIRSAT

Selim İleri: “Sanata Dair’in bütün kitaplarını tek bir ciltte toplayan Özgür Yayınları bugünkü yayın dünyamızda pek rastlanmayan örnek bir davranış sergiledi. Halid Ziya, bu yazılarıyla aynı zamanda çok önemli bir denemeci ve eleştirmen kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Onun bu özelliklerinden habersiz olan yeni kuşak okurları için kaçırılmayacak bir fırsat. Ama ne yazık ki bugünü satış endeksli kitaplarına düşkün okur, Özgür Yayınevi’nin böylesi bir çabasının değerini bilecek mi, kestiremiyorum.

TÜM YAZARLAR AYNI ŞANSA KAVUŞUR

İnci Enginün: Dünyanın her yerinde belli başlı yazıların bütün eserleriyle basılır. Böyle bizim gibi yazarın bir cümlesine takılıp kalmayız. Türkiye’de maalesef böyle değil. Üstelik sadeleştirme gibi ikinci elin müdahaleleriyle bunlar çok güvenilir baskılar olmuyor. Bu bakımdan bir yazarın bütün eserlerinin aslına sadık kalarak basılmasına minnettarım. Bu yazıların da bütün bir külliyat içinde değerlendirmek isterim. Yapanlara Allah razı olsun demekten başka bir şey yok. Çok iyi bir çalışma. Dilerim bütün yazarlar aynı şansa kavuşur. Bu çok ciddi bir yayın. Önemiyse hem bize Halid Ziya’yı tanıtıyor. Yazarın hatıraları, kitaplar hakkındaki görüşlerini, sanat görüşünü bir kez daha açıkladığı görüşler yer alıyor.

13 Mayıs 2014 Salı

Bir Türk orkestrasının İngiltere'ye davet edilmesi...


Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, her yıl yaklaşık 1 milyon izleyicinin takip ettiği dünyanın en büyük klasik müzik festivallerinden BBC Proms'a davet edildi. Türkiye'den BBC Proms'a katılacak ilk orkestra olan BİFO, temmuz ayında 6 bin kişilik görkemli Royal Albert Hall'da sahneye çıkacak. BBC radyodan canlı yayınlanacak  olan konser, 31 Ağustos’ta televizyondan canlı verilecek.

Bu başarı tesadüf değil. Bunu özellikle son iki yıldır BİFO’nun hemen hemen tüm konserlerini takip eden biri olarak söylüyorum.

Evet, bence Türkiye’nin en iyi orkestrası BİFO. Zaten toplamda kaç orkestra var ki? Evet Türkiye’de çığır açtı. Hem de 15 yıllık geçmişiyle yaptı bunu. Peş peşe konserler, muhteşem performanslar.. Kimler davet edilmedi ki… Özellikle bu yıl Rudolf Buchbinder, Roberto Alagna,  Roxana Constantinescu, Alexander Gavrylyuk aklıma gelenlerden bir kaçı. Son yıllardaki başarıda Borusan Kültür Sanat’ın orkestrayı daha fazla görünür kılma ve halkla buluşturma çabalarının payı büyük. Bununla beraber Şef Sascha Goetzel’i kesinlikle gözden kaçırmamak gerek. Dünyanın bir çok yerinde orkestralar yönetiyor. BİFO’nun da hem sanat yönetmeni hem sürekli şefi. E bize biraz da ülke sınırları çokça aşmış isimler gerekiyordu. Şefin enerjisi, müzisyenlerin dinamizmi BİFO’yu aldı Londra’lara kadar getirdi.

Önünde Borusan adı olsa da o aslında Borusan ‘İSTANBUL’ Filarmoni Orkestrası. Londra’da da bir Berlin Filarmoni, Viyana Filarmoni, New York Filarmoni gibi İstanbul Filarmoni olarak algılanacaklarından eminim. Bu bakımdan oradaki farkındalık çok etkin olacak. Bu davetin duyulmasıyla birlikte hemen harekete geçtim. Borusan Kültür Sanat Genel Müdürü Ahmet Erenli ile buluştum. Biz yeni duysak da bu tür organizasyonlar çok önceden ayarlandığı için davetin aslında 2011yılında BİFO’nun CD kaydıyla geldiğini söylüyor Erenli…

Nasıl gelişti bu süreç? 

İlk CD’miz çıktıktan sonra 2011'de Londra’dan teklif geldi. O kaydı çok başarılı bulmuşlar. Özellikle Respighi’nin eseri çok beğenilmiş. Bunu mutlaka seslendirmeniz kaydıyla gelir misiniz dediler. Böyle başladı. Ondan sonra hemen her konserimize yurtdışından basın çağırdık. Ve bunların yaptığı kritikler kendi basınlarında yer aldı. 60’ı aşkın yabancı basın geldi bu süreç içinde. Pek çok yere CD’lerin ilanlarını da verdik. Tüm bunlar bize alt yapı çalışması hazırladı. 6 bin kişilik salonu dolduracağız. O da ayrı bir heyecan. BBC, Avrupa’nın en farklı festivallerinden birisi. Çok İngiliz bir festival. Onlara hitap ediyor. Dünyanın her tarafından sanatçılar geliyor. Yaklaşık 75 konser yapıyorlar. Hemen hemen her konserleri radyodan canlı yayınlanıyor. Bizimki de yayınlanacak. Aynı zamanda 31 Ağustos’ta, televizyondan da yayınlanacak. Bu bizim için çok önemliydi. Daha sonra onun da DVD’si yapılacak ve piyasaya çıkacak. Bunlar bizim için önemli bir kimlik kartı. Bundan daha iyi bir teklif alınmazdı. Üstelik normal bir orkestra muamelesi görüyorsunuz. Bir Avrupa orkestrası nasıl davet ediliyorsa aynı şartlarla, destek alarak gidiyoruz.

15.yılını kutlayan BİFO, 120.yılını kutlayan festivale davet edildi. Bu da iki kat başarıyı doğuruyor olmalı... 

Bu sürede buraya gelmek bizim için çok önemli. 15 yıl o kadar kısa bir süre ki. Bugün Viyana Filarmoni 100. yılında bu disiplini sağlamış bir kurum. Biz daha çok yeni ve genciz. Onun da avantajını sahne üstünde görüyorsunuz. Orkestranın sahneye çıkarkenki heyecanı çok yüksek. Bu seyirciye de yansıyor.  Gençliğimiz bizim için avantaj.

Müzisyenler nasıl karşıladı bu haberi?

Hepsi çok heyecanlı ve mutlu. Bu bizim değil onların başarısı.


Bu davetin Türkiye için önemi nedir sizce? Bundan sonrası için nasıl bir yol açar? 

Bu Türkiye için ufak bir adım. Çünkü Türkiye çok büyük bir ülke. Ama kendi öz sanat alanında dahi çok ilerleyebilmiş değil. Yurtdışından iyi sanatçılar geliyor ama burada projelerin yapılması lazım. Biz bunu aşmak için önümüzdeki sezondan itibaren eser siparişlerine başlıyoruz. 2015’te Phillip Glass’a bir sipariş verdik. Prömiyer Los Angeles'ta.

Türkiye için farkındalığı artırır mı bu? 

Türkiye’de bir orkestra var. Sanatçılara sipariş veriyor. Onların ilk defa seselendirmeleri yapılıyor. Yurtdışında tanınan bir şefe vermek bizim tanınırlığımızı ve farkındalığı artırır.

REPERTUVAR İNGİLİZLERDEN

Repertuvarda neler olacak? Ortak mı belirlendi?

İngilizlere yönelik olacak. Çünkü orada Orta Avrupa’dan farklı bir seyirci var. Çalmayı çok istediğimiz eserler vardı ama uygun bulunmadı. Respighi’den 'Queen of Sheba' şartı var. Handel’den 5 dakikalık bir ufak eserimiz olacak. Holst’un 'Beni Mora' eserini çalıyoruz. Ben istemedim ama Mozart’tan Saraydan Kız Kaçırma Uvertürü var. "İngilizler bir Türk orkestrasından bunu dinlemeyi mutlaka ister" dediler. Gabriel Prokofiev’in bir eserinin dünya prömiyeri yapılacak. Daniel Hope da bize eşlik edecek.

http://www.aksam.com.tr/yasam/kultursanat/bifo-calacak-bbc-duyuracak/haber-305136

18 Nisan 2014 Cuma

Murat Gülsoy'dan Paris-İstanbul hattında bir 1908 romanı: "Gölgeler ve Hayaller Şehrinde"





Murat Gülsoy’un son romanı ‘Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’ raflardaki yerini aldı.  Fransa’da yaşayan bir Türk gencin, yıllar sonra gazeteci olarak 1908 olaylarını izlemek üzere ülkesine gelmesini, aşklarını, hayal kırıklıklarını en yakın arkadaşına mektuplarla anlattığı bu romanın, bir de sürpriz ismi var: Beşir Fuat!

“Ey okur, her şey 1968 senesinde başladı” diye yazılmış bir mektupla derin bir yolculuğa çıkmaya hazır olun. O tarihlerde çiçeği burnunda bir avukat sahaflarda bir defter buldu. Fransızca mektupların yer aldığı bu defteri tercüme etti ve kendisini bir anda 1908 yılında buldu. Mektupların sahibi Fuat’ın dünyasına girdi. Neler yoktu ki bu mektuplarda… Fuat’ın Fransa’dan İstanbul’a yolculuğuna, babasına, aşklarına, hayal kırıklıklarına, kimliğine dair her şey. Ve sürpriz isim: edebiyatımızın en önemli isimlerinden Beşir Fuat. Yazar Murat Gülsoy, Can Yayınları'ndan çıkan ‘Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’ adlı son romanında bizi de bu dünyaya davet ediyor. Siz de hayal ve gerçek arasında, romanın büyüsünde bir serüvene ortak oluyorsunuz. Gerisini yazardan dinleyelim…

*Romanın başındaki mektup gerçek mi?

Hayır. Hepsi bir romanın bir parçası, bir kurgu.

*Romanın serüvenini anlatır mısınız bize?

Birkaç yıldır üzerinde çalıştığım bir kitaptı. Olaylar 1908-1909’da geçiyor. Normalde tarihi roman yazmak gibi bir düşüncem yoktu. Bu zamana kadar yazdıklarımda da buna ipucu olabilecek şeyler yoktu. 19. yüzyıl son birkaç yıldır ilgi alanımda girdi. Çünkü o dönemde olup biten her şey hala devam ediyor. Bugünü anlamak konusunda çok daha değerli ipuçları sağlıyor. Bir yönü buydu. Diğer yönü de batılı gezginlerin gelip özellikle İstanbul ve civar yerlerde dolaşıp günlükler tutup yazıları yazmaları. Bakış açısından gündelik hayatı öğrenebiliyoruz. Çünkü roman bu coğrafyada çok geç başlayan bir tür. Roman, edebiyat yapıtları bize  insan nasıl yaşıyordu, hissediyordu onu veriyor. Anayasa sadece bugünün değil o günün de gündemiydi. Demek ki konu sadece bugünün meselesi değil. Benim bu hikayeye girmemin en büyük nedeni Beşir Fuat oldu. 1800’lerin sonunda yaşıyor ve intihar ediyor. Çok önemli bir aydın ve yazar. Günümüzde çok fazla bilinmiyor. Çeşitli nedenleri var. İlki materyalist olması ikincisi intihar etmiş olması. Ahmet Mithat’ın yazdığı gibi kötü bir örnektir aslında Beşir Fuat. Ben, bunu tersine çevirmek istedim. Kötü bir örnek olmadığını, tek bir katmandan oluşmadığını, kendi başına önemli bir hikaye olduğunu göstermeye çalıştım.



*Nasıl dahil oluyor peki Beşir Fuat romana?

Ben onun kendisini doğrudan yazmak istemedim. Normalde bir ailesi, İki oğlu var. Fransız metresinden olan bir kızı var. Onlar Beşir Fuat ölünce Fransa’ya taşınıyor. Ben buna bir kız, bir erkek kardeş daha ekledim. Beşir Fuat öldüğünden birkaç ay sonra doğacak olan bir Fuat daha oldu. O bir süre Türkiye’de yaşıyor. Sonra Fransa’ya gidiyorlar. Yarı Türk, yarı Fransız. 1908’de 21 yaşındayken gazeteci olarak Türkiye’ye olan biteni izlemeye geliyor. Bir süre burada siyasi olayları takip ediyor. Zamanla ben kimim sorusunu soruyor. Çünkü kimlik önemli bir konu. 19.yüzyıl sonu bunun karmaşasını Fuat da yaşıyor. Ama asıl karmaşayı İstanbul’a geldikten bir süre sonra babasının Beşir Fuat olduğunu keşfettiği zaman yaşayacak. Romanın son ikinci yarısında böyle bir sürpriz var. Roman Beşir Fuat romanı değil ama ölmüş bir baba olarak önemli bir rol oynadığı bir kitap.

*Hem Beşir Fuat, hem meşrutiyet…

Evet… İki ayrı konu. Bir araya geldi kitapta. Bence ilginç taraflarından birisi o oldu. 1908 tarihinin bilindiğinden daha da önemli olduğunu düşünmeye başladım. Tam anlamıyla çözülmüş bir konu değil. Bunları açıklamıyor kitap ama o dönemin sokaktaki insanlarının ruh durumundan, yaşayışından bahsediyor. Bir bakıma da İstanbul gezileri yapılıyor. Fakat bu geziler yapılırken İstanbul’un ruhunu Fuat başka açılardan incelemeye başlıyor. Gitgide kendi çocukluğu, arada kalmışlığını sorguluyor.

*Beşir Fuat’ı biliyoruz. Oğul Fuat nasıl bir karakter?

Oğul Fuat arada kalmış bir karakter. Bizim kendi düşünsel dünyamızı onda görüyorum. Beşir Fuat’ta da, o kuşağın ve bugünün insanında da var bu. Çünkü düşünce dünyamızın yarısı Batılı düşünürlerle hemhal olmuş durumda. Diğer yarısı da yaşadığımız yerden kendi geleneklerimizden çıkıyor. Bunun sentezini yapmaya çalışıyoruz sürekli. Bazen olmuyor. O gerilim noktaları da edebiyatın konusu haline geliyor. Bence dünyanın şu haline baktığımız zaman gittikçe süren bir konu. Artık Avrupa’nın dışında her yer doğu ve onunla hesaplaşmaya çalışıyor. Bütün bu gerilimler bu kitaba da yansıdı. İstanbul’da 21 yaşındaki bir gencin ruh durumu, aşkları da var tabii.

*Bir bakıma tarihi gerçeklere de dayanan bir roman diyebiliriz. Bununla ilgili yeni araştırmalar yaptınız mı? Ulaştığınız yeni bilgiler yazım sürecinizi etkiledi mi?

Sürekli araştırdım. Prens Sabahattin olayı epey rol kazandı. Başlamadan önce, romanda bu kadar yer vermek gibi bir düşüncem yoktu. Prens Sabahattin, yazarken çok kritik bir anda İstanbul’a dönüyor. II. Meşrutiyet döneminin başarısızlığı biraz da onun başarısızlığı gibi. Tam anlamıyla öyle değil ama ben biraz onun cephesinden de bakmaya çalıştım. Çünkü çok ilginç şeyler söyleyen bir adam. Tarihi bir roman yazmanın güzel tarafı araştırmaya olanak tanıması. Bunların romanı zenginleştirmesi. Bir gün bir tarih söylüyorsam o gün doğrudur. Bir olaydan bahsediyorsam kaynaklar olayın o gün olduğunu söyler. Sıkı bir araştırma yaptım.

14 Nisan 2014 Pazartesi

Her şey öykü için!




Fadime Uslu, son dönemlerin başarılı öykücülerinden. Aynı zamanda bir öğretmen. Aynı zamanda 2011 Yunus Nadi Öykü Ödülü'nün sahibi... Bu özellikleri sıralamakla uzar gider. 20 öyküsünün yer aldığı son kitabı 'Yaz Korkuları' Can Yayınları tarafından yayımlandı. Kitaptaki öyküleri anlamak için biraz zihninizi kurcalamak gerekecek evet.Kendisine sordum, yanıtladı. Bence en güzel kısmı da, 'Gündemden düştüğü zamanlar oldu ama öykü hala çok güçlü' cümlesi oldu. Bu topraklarda binlerce yıldır edebiyat yapılmamış, dünya edebiyatının en eşsiz örnekleri verilmemiş gibi estirilen bir havada, 2014 yılında genç bir yazar öykü türünden eserler vermeye devam ediyor. Takdir edilesi.

Fadime Uslu ilk öyküsünü öğrenciyken yazdı. Fakat bu gizli bir tanışıklıktı. Çevresindeki kimse bunu bilmiyordu. Bu gizli ilişki 10 yıl boyunca devam etti. 2007’de Sözcükler Dergisi’nde öyküsü yayımlanmadan önce kitap eklerinde öykü incelemeleri yayımlanmaya başladı. Böylece okur Uslu’yu daha yakından tanımaya başladı. 2010’da 'Büyük Kızlar Ağlamaz' adlı ilk kitabı yayımlandı. 2011’de 'Gölgede Yaşamak' başlığı altında bir araya getirdiği öykü dosyası Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne layık görüldü. Uslu şimdi yeniden karşım

*Öykü türünde eserler yükselişte. Bu türde eser verenler de beğeni topluyor. Siz de bu isimlerden birisiniz. Bunu neye bağlıyorsunuz? Hayatın yoğunluğu arasında, romanın karşısında bir kaçış mı oldu öykü?

Bu bir kaçışsa en iyi sığınma yerine hoş geldiniz, diyorum. Çünkü öykü parçalanmış zamanın, anlamın, anlam arayışının en iyi ifade yolu bence. Kuşağım öykücülerinin eserlerini yakından takip ediyorum. Çok çeşitli, yaratıcılığıyla zengin, geçmişin birikiminden yararlanan, bu birikimi şimdiki zamanın algı atmosferinde özgünlüğü elden bırakmadan yeniden biçimleyen öyküler yazılıyor. Öykü hep yazılıyordu, gündemden düştüğü dönemler oldu ama kesinlikle gücünü yitirmedi. Ellili, altmışlı yılların bereketi unutmamalı. Öykü şimdi yeniden yükseliş dönemini yaşıyor. Romana karşı değil, kendi değerleri üzerinde gelişen bir yükseliş bu.

*Yaz Korkuları yayımlandı. Kitapta hem günlük hayat ve bizden bir şeyler hem de psikolojik anlatımlar yer alıyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz öykülerinizi? 

Önce konu belirleyeyim, sonra o konuyu aydınlatacak araçları bulayım diye plan yapmıyorum. Yaşadığım, gözlemlediğim, tanık olduğum durumlar öykülerimin kaynağı. Konuları, metnin yapısını, özündeki çekirdeğin nasıl gelişeceğini belirleyen tek etken de dil. Yaz Korkuları’nın içeriğine değiniyorsunuz. Bu kitaptaki öyküleri yazarken şöyle bir meselem vardı: Modernizim görüntü aracılığıyla çeşitli biçimlerle bizi oyalıyor. Tüketmeye, daha çok kazanmaya, daha fazla güç elde etmeye ikna ediyor bizi. Televizyonu, interneti, basının araçlarını kullanırken, daha iyi görünmek, daha çok konfor elde etmek için sistemin tüketim kanallarına bağlıyor. Gönüllü kölelere dönüşüyoruz. Doğaldan uzaklaştıkça doğaya daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Yapay olanla doğallığın çatışmasını farkında olmadan yaşıyoruz. İlişkilerin içinin boşalması da bu gerilimin sonucu değil mi? İnsanın kendini tanımasının önünde çok büyük engeller var. İçini kemiren, bir türlü ele geçirip dışarı atamadığı kurdu var. Tüm bu engelleri yaşayan, aşmak için mücadele eden kişilerin hikâyelerine kulak kesildiğimde Yaz Korkuları büyük ölçüde şekillenmişti.

*Öykü daha farklı bir süreci beraberinde getiriyor. Romancı yazdıkça yazabilirken öykücü bunu yapmamak zorunda. Siz bunu nasıl başarıyorsunuz? Nelerden besleniyorsunuz? 

Hayatın içine saklanmış hikâyelerden, söylenmiş sözlerden ya da sözcüklere dökülmemiş davranışlardan, hayallerden, rüyalardan; yani yaşamımızı etkileyen, yöneten, baskılayan durumlarla onların altında yatan, dışarıdan görünmeyen buzdağından besleniyorum. Yalın ve yoğun anlatımın çaresini silgide buluyorum.

*2011’de Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü almıştınız. O günden bugüne yazım sürecinizi değiştiren, farklılaştıran ya da geliştiren şeyler oldu mu?

İlk öykü kitabım 2010’da yayımlanmıştı. Büyük Kızlar Ağlamaz adını verdiğim bu kitaptan sonra Gölgede Yaşamak başlığı altında bir araya getirdiğim öykü dosyası Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer görüldü. Onun ödülle onaylanması elbette cesaret verdi bana. Yazım sürecim ise değişmedi. Ödül almadan önce de öykünün yanı sıra çocuk kitapları ve kitaplar üzerine inceleme yazıları yazıyordum. Beslendiği kaynakları, kurguları farklı olsa da bu alanların kendi dinamiklerinin birbirlerini etkileyip geliştirdiklerini hissediyorum. Öteki türler gibi, öykünün uçsuz bucaksız sınırsız bir evreni var. Her biri biricik olan öykünün yapısına en uygun dili; dilin iç ahengini, müziğini bulmak için arayışlarım devam ediyor.

3 Nisan 2014 Perşembe

Saltanatın enteresan bilinçaltı


Bilenler çoğunlukta mı bilmiyorum fakat ben ilk kez duydum. Tarih Vakfı Yayınları’ndan bir e-mail geldi. Sultan III.Murad’ın Rüya Mektupları’nın Kitabü-l Menamat adıyla yayımlandığı yazıyordu. Rüya, padişah, mektup vs. hepsinin cazibesiyle birlikte konuyla ilgili bir haber hazırladım. Sonrasında kitap elime ulaştı  fakat orijinal haliyle yer alan mektuplardan pek fazla bir şey anlamadım. Yalnız kitabın ilk sayfalarında yine Sultan III.Murad’la ilgili ilginç anekdotlar yer alıyordu. Merak ya bu, duramadım. Kitabı hazırlayan Özgen Felek’e ulaştım. Felek ABD’de yaşıyor. Bu mektuplarla ilgili Stanford Üniversitesi’nde çalışmalar yapmış. Eylül ayından beri de Boston ve New York Üniversiteleri’nde akademik çalışmalarını sürdürüyor. Mail trafiğiyle bir röportaj yaptık. Hem konu hem Özgen Hanım’ın verdiği pozitif enerji sonucu ortaya karışık güzel bir şeyler çıktı.

Hikaye şöyle başlıyor. III.Murad henüz şehzadeyken bir rüya görüyor ve tabir ettirmek için alimlere gidiyor. Hiçbiri rüya tabir edemeyince musahibi Raziye Kadın Şeyh Şüca Dede’ye ulaşıyor. Şüca Dede de Şehzade Murad’â yakında tahta çıkacağını müjdeliyor. Bundan sonrasında da Sultan III.Murad Şeyh Şüca Dede’ye manen bağlanıyor.

Tabii ki rüyaların ardı arkası kesilmiyor. Belki de saltanat kendisine sunduğu sınırsız güçle kimi zaman kendisini Allah ve Hz. Peygamber olarak görüyor, kimi zaman da anlam veremediği garip yaratıklar rüyalarını başrolünde oluyor. Hatta öyle anlar oluyor ki rüyasında gördü diye devlet üzerinde askeri ve siyasi yeni kararlar alıyor. Benim için çok enteresan bilgiler oldu bunlar. Arka planını da Özgen Felek anlatsın;


*Sultan III. Murad’ın rüya serüveni, bununla birlikte Şeyh Şüca Efendi’yle teması nasıl ve ne zaman başlıyor?

Tarihçi Mustafa Ali’den öğrendiğimiz kadarıyla Sultan Murad’ın Şeyh Şüca Efendi’yle tanışması şehzadeliği sırasında başlıyor. Mustafa Ali’nin bize anlattığına göre, Sultan Murad Manisa’da şehzadeyken tuhaf bir rüya görmüş ve rüyasını tabir ettirmek için alim ve salih zatlara göndermiş. Fakat hiç biri rüyayı tabir edememişler. Nihayetinde, şehzadenin musahibi Raziye Kadın rüyayı civarda bağbanlık yaparak geçimini sağlayan Şüca Dede’ye götürmüş. Şüca Dede, rüyayı Şehzade Murad’ın pek yakında tahta çıkacağı şeklinde tabir etmiş.  Bu tabirden kısa bir süre sonra babası Sultan II. Selim’in vefatıyla tahta çıkmak üzere payitahta çağrılınca, Şehzade Murad hakiki bir Hak dostu olduğuna kanaat getirdiği Şüca Dede’ye intisap etmiş ve o günden sonra mektuplar halinde rüyalarını şeyhine göndermeye başlamış.

*Neler yazmış bu mektuplarda? Sadece gördüğü rüyaları gönderip Şüca Efendi’den yorumlamasını mı istemiş?

Her ne kadar mektuplar rastgele bir araya getirilmiş gibi görünse de, metin içindeki dinamikleri daha net bir şekilde ortaya koyabilmek için mektupları “Mistik Tecrübelere Dair Mektuplar”  ve “Tezkereler”  olarak iki ana kategoride incelemek mümkün. Rüyalar, “Mistik Tecrübelere Dair Mektuplar” kategorisi içinde yer alırlar ve rüyaları içeren mektupların sonunda Sultan Murad rüyanın tabirini rica eder. Tezkere başlığı altında etiketlenmiş mektuplarda ise Safevîlerle olan savaşlardan, şahsî korkularına, endişelerine, saraydaki kavgalara, kıskançlıklara, hatta müsahibi Raziye Hatun’un ailevî sorunlarına kadar hemen hemen her konuda Şüca Dede’ye yazdığını görüyoruz. Bu nedenle “Tezkereler”  bizim o döneme ait tarih çalışmalarımız için oldukça kıymetli.

*Nasıl rüyalar görmüş?

Daha çok Sultan Murad’ın seçilmiş bir sultan ve veli olarak misyonunu vurgulayan rüyalar olduğunu söylemek mümkün. Pek çok rüyada Hz. Peygamber’i, Hz. Ali’yi ve diğer halifeleri, Hz. Fatıma’yı, Hızır Aleyhisselam’ı, Zunnun-ı Mısri gibi tasavvuf büyüklerini görüyoruz. Öyle ki kimi rüyalarda nihayetinde şeklen Hz. Muhammed’e ve Hz. Ali’ye dönüşür. Ayrıca rüyalarında bir veli gibi kerametler gösterir, Peygamber’in miracında olduğu gibi, Cebrail aleyhisselam ile birlikte semaya çekilir, kendisine cennet ve cehennem gösterilir. Bunlara ilaveten acayip yaratıklar da yer alır.  Mesela güzel yüzlü, başı insan başına benzer, kulakları yerinde iki kanadı olan fakat gövdesi olmayan bir kuş var rüya mektuplarının birinde. Benzer şekilde, başka bir rüyada da ceviz küçüklüğünde, yeşil renkli, kaşları ve gözleri siyah, su dolu bir çanak içinde tuhaf bir insan başı geçiyor..

*Devlet işleri ile ilgili bir rüya var mı?

Devlet işleri ile ilgili ilginç rüyaları var, ama pek çok rüya devlet işleri ile ilgili değil. En azından zahirde.. Fakat bazı rüyalarında kendisini güvende hissetmediğini ve bir suikaste kurban gitme korkusu yaşadığını görmek dahi mümkün. Mesela rüyalardan birinde kendisini Divan’da, yanında Paşa ve defterdarları ile birlikte otururken görür. Bir süre sonra defterdar kalkar ve Sultan Murad’ın boġazına bir bıçaḳ çalar, boğazından üç damla kan damlar. Şeyhine bu rüyadan dolayı hayli huzursuz olduğunu anlatır.

*Size en ilginç gelen rüyası neydi? 

Metindeki rüyaların hepsi kendi içinde oldukça  ilginç, fakat bana en ilginç gelen şu rüya oldu: Rüyada dedesi Kanuni Sultan Süleyman ile giderlerken gayipten bir nida gelir ve Acem illerinin Sultan Murad’a verildiği müjdelenir. Sultan Murad’ın uzun bir barış döneminin ardından Safeviler üzerine yeniden seferler başlattığını biliyoruz. Onun askeri ve siyasi kararları üzerinde rüyalarının muhtemel etkilerini göstermesi açısından bu rüya anlatısının oldukça önemli olduğunu düşünüyorum.

*Mistik tecrübeleri deniliyor. Nedir bunlar?

Mistik tecrübelere dair mektuplar Sultan’ın manevi alemde müşahede ettiği halleri, İlahi kaynaklı nida ve hitapları nakleder.  Bunların her biri metin boyunca vakıa, zuhur, müşahede, hayal, hitab, nida, ilham, hal, tecelli gibi farklı altbaşlıklar altında verilmiş. Pek çok ilham, nida ve hitap metninde Allah’tan geldiği iddia edilen “Ben insan olaydım, sen olurdum,” “… Sen bensin ve ben senim; aramızda fark yoktur” veya “Senden ve benden başka ilah yoktur...” şeklinde oldukça çarpıcı ifadeler dikkat çeker. Bunlar da aynen rüyalar gibi, Murad’ın özel olarak seçilmiş bir sultan olduğunu vurgulamak üzere seçilmiş anlatılardır.

*Mektuplar ne zaman ve nasıl Kitabü’l Menamat adı altında bir araya getirilmiş?

Metnin sonunda yazma eserin Hicri 1001 yani 1592/3  tarihinde Mirahur Nuh Ağa tarafından tamamlandığı notu düşülmüş. Sultan Murad, bir mektupta Şüca Dede’ye mektuplarını başkalarına okuduğu için sitem ediyor ve bundan duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Bu durumda, Sultan henüz hayattayken onun şahsi mektuplarının derlenip bir yazma eserde toplanması Sultan’ın gazabını çekeceği için kendisinden izinsiz derlendiklerini düşünmek biraz zor. Kanaatimce Şüca Dede henüz hayattayken veya vefat ettikten hemen sonra, Sultan şeyhine gönderdiği mektupları geri aldı ve muhtemelen seçtiklerini istinsah etmesi için Nuh Ağa’yı görevlendirdi.

*Hicri 1001 tarihinde derlenmiş dediniz. Bu tarihin özel bir anlamı var mı?

Aslında evet. Hicri 1001 senesi, birinci İslami milenyumun sonu ve ikinci milenyumun başına tekabül ediyor. Bu nedenle İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde, bazı gruplar içinde bir Mehdi beklentisi olduğunu biliyoruz. Bu yönüyle 1001 tarihi oldukça anlamlı. Yakından incelendiğinde bazı mektupların içeriğinde Sultan Murad’ın beklenen Mehdi olduğunun ima edildiğine dair işaretler bulmak mümkün. Açıkça  “Ben Mehdi’yim” demiyor tabii ki. Ama pek çok rüya, ilham, nida ve hitaptaki remizler ve semboller onun “Mehdi” olduğunu ima ediyor. İslam tarihi boyunca kendi rüyalarını veya bir takım hadisleri kullanarak Mehdi olduğunu ima edenler her zaman oldu. Hatta bugün bile benzer örnekler var biliyorsunuz; ama hiç kimse çıkıp da açık açık ben Mehdi’yim demiyor. Ya da diyemiyor…

*Mektuplar için ‘Sultan’a ait olduğu iddia edilen’ diye bir ifade yer alıyor. Tüm bunların gerçekliğinden ne kadar eminiz? Siz hangi tarihi kaynaklardan ulaştınız bu bilgilere?

“Sultan’a ait olduğu iddia edilen” derken şunu vurgulamak istiyorum. Nuh Ağa yazmanın giriş kısmında bunların Sultan Murad’ın Şüca Dede’ye gönderdiği mektuplar olduğunu iddia ediyor, fakat bu mektuplar Sultan III. Murad’ın kendi kaleminden çıkan orijinal mektuplar değil. Fakat dediğim gibi, Sultan’ın şahsi mektuplarının ondan izinsiz bir araya getirildiğini, süslenip ciltlendiğini düşünmek zor bir ihtimal. Murad dönemi ile ilgili en önemli kaynaklarımızdan tarihçi Gelibolulu Mustafa Ali, Sultan Murad’ın Şüca Dede’ye bu tür mektuplar gönderdiğini duyduğunu haber verir. Anlaşılan o ki böyle bir bilgi halihazırda ortada dolaşıyormuş. Metin Osmanlı Türkçesiyle yazılmış olmakla birlikte Ilahi kaynaklı olduğu iddia edilen pek çok Arapça ilham, nida ve hitap da içeriyor. Bu Arapca kısımların Türkçe tercümesini dipnotlarda verdik. Hem Türkçe hem de Arapça kısımda bugün için standart kabul edilen imladan sapmaları, farklı yazımları aynen muhafaza ettik, olması beklenen yazımları ise bir öneri olarak dipnotlarda belirttik. Yani metnin imlasını standartlaştırma veya düzeltme yoluna gitmedik. Bu nedenle aynı kelimenin birden fazla yazımlarını görebilirsiniz.  Ayrıca okuyucunun ve araştırmacıların işini kolaylaştırmak için her bir mektuba bir numara verdik. Bu numaralama sistemine göre Kitabü’l-Menamat 1858 mektup içerir.

*Bir de kitapta mektuplarda geçenler gerçek haliyle yer alıyor. Bu okumayı ve anlamayı biraz zorlaştırıyor…

Evet, mektupları sadeleştirme yoluna gitmedik. Mektuplar açık, net ve samimi bir dille yazılmış. Haklısınız, çevriyazı alfabesine alışık olmayan okuyucular için ilk bir kaç sayfada biraz sıkıntılı görülebilir. Ama okumaya başlayınca gözünüzün kısa sürede alıştığını farkedeceksiniz. Metin üzerinde ilk çalışmaya başladığımda çevriyazı kullanıp kullanmakta ben de tereddüt etmiştim. Ama çevriyazı alfabesi kullanmanın özellikle bunun gibi tek kopyası olan metinlerde gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu mektuplar dil çalışmaları için oldukça kıymetli bir kaynak. Eğer metni sadeleştirirsek veya Latin alfabesine aynen aktarsaydık metnin zenginlikleri ve pek çok özelliği kaybolacaktı.

http://www.aksam.com.tr/yasam/kultursanat/sultanin-bilincaltinda-neler-varmis-neler/haber-296636




11 Mart 2014 Salı

Orhan Veli ve Nahit Hanım'ın mektupları meselesi...



Bundan tam iki yıl önce Yapı Kredi Yayınları Orhan Veli’nin kendi şiirlerini kendi sesinden okuduğu ses kayıtlarını yayımladı. ‘Beni Bu Güzel Havalar Mahvetti’ adıyla yayımlanan kitapta Orhan Veli’nin dost ortamında kaydedilen, ve banttan önceki ‘tel’ tekniğiyle okuduğu 22 adet şiiri yer alıyor.

Kız kardeşi Füruzan Hanım, bu kayıtları yıllardır saklamış. Artık zamanı geldiğini düşünmüş ve bunları yayımlama kararı almış. Bu vesileyle kendisine ulaşmış ve kayıtların öyküsünü ve benim hayatımda vazgeçilemeyen bir yerde duran Orhan Veli’yi dinlemek için kendisini ziyaret etmiştim. Bunları elbette kendime saklamayacak, haberleştirecek ve Orhan Veli sevenlerine ulaştıracaktım. Hayatımdaki en büyük şanslardan birisi Füruzan Hanım’la tanışmak, onunla Orhan Veli’yi konuşmak oldu. Gazeteye döndüm. Deşifremi yaptım ve haberi teslim ettim. O gün yazı işleri yöneticileri beni çağırdı. Röportajı çok beğendiklerini fakat Orhan Veli’nin aşk hayatıyla ilgili hiçbir şey olmadığını söylediler. Ben de ‘Orhan Veli bu. Kesinlikle magazinleştirmek istemedim. Burada konu sadece o benim için” dedim. '''Profesyonellik''' gereği, “Ama bak gazetecilik maalesef böyle şeyleri de gerektirir” yanıtını aldım. Odadan çıktım ve Füruzan Hanım’a telefon açtım.

-Füruzan Hanım, size bir soru daha sormak isterim. Aşk hayatı nasıldı Orhan Veli’nin;

Biz bunları hiç bilmeyiz. Ağabeyim böyle şeyleri bizimle konuşmazdı.

- Kadınlarla arası nasıldı?

Aşkları hakkında konuşmak istemem. Bizim aramızda böyle şeyler pek konuşulmazdı. Ama çok çapkın birisi olduğunu söyleyebilirim. 'Aşk Resmi Geçidi' şiirini Nahit Hanım diye birisine yazdığı söylenir. Ama gerçekten öyle birisi var mıydı yoksa hayalindeki kadın mıydı bilmiyorum.


O zaman düşündüklerimin arkasında durmam gerektiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü Füruzan Yolyapan’ın Nahit Hanım için, “gerçekten öyle birisi var mıydı yoksa hayalindeki kadın mıydı bilmiyorum” cümlesi aslında bu işe hiç girmek istemediğinin, bu aşkı dillendirmemek istemesinin bir kanıtıydı. İşte bunun en büyük kanıtı da Orhan Veli ile kız kardeşinin söylemek istemediği Nahit Hanım arasında yaşanan aşkın belgeleri olan aşk mektupları oldu. Yapı Kredi bir kez daha müthiş bir işe el attı. Gereken izinler alındı ve evli olan Nahit Hanım’la Orhan Veli’nin aşk mektupları sandıkların arasından ‘Yalnız Seni Arıyorum’ adıyla çıktı. Kim bilir belki de zamanı gelmişti…

Çok şiirini biliriz Orhan Veli’nin… Hepsi de hepimizin hayatında farklı yerde oturmuş kalmıştır. Her duyuşumuzda her hatırlayışımızda yine ve yeniden aynı etkiyi yaratır. Bu şiirleri ilk kim okumuş biliyor musunuz? Nahit Hanım. Ve 36 yıllık yaşamdan daha nice notları… O mektuplardan bazı anekdotlar ise şöyle;


HAKKIMDA DEDİKODU VAR MI? VARSA EN ÇOK SEN DUYARSIN…

Nahit Hanım evli. Bekar olan Orhan Veli’ye yazdığı hemen her mektubu sitem ve kıskançlık dolu. Fakat Orhan Veli’yle olan münasebeti de sanat çevresindeki isimlerin malumu. Sabahattin Ali’den Sait Faik’e kadar. Hatta yine şiirlerinden birisini gönderdiği mektupta: “Sana bu mektupta bir şiir gönderiyorum. Fakat onu kimseye okuma. Belki değiştiririm. Ankara’da aleyhimde dedikodular var mı? Varsa herhalde en çok sen duyarsın. Daha doğrusu en çok sana duyururlar…” diyor…

SENDEN KONUŞABİLECEĞİM KİMİ GÖRSEM….

Çevirdiğim her sayfanın benimle etkileşimini tarif etmem çok zor. Bu öyle bir aşk ki, ortak dostlarına Nahit Hanım’ı soran Orhan Veli o günkü mektubuna şu notu düşüyor: “….Biraz konuştuk, senden bahsettik.. Kendisiyle senden konuşabileceğim kimi görsem seviniyorum…”

Bir akımın manifestosunu yazmış, bununla birlikte edebiyat tarihine geçmiş bir şair Orhan Veli.. Fakat bu topraklarda her zaman yaptığı işin karşılığını alamama kervanında en çok yer bulanlardan birisi aynı zamanda: şair (sanatçı). Bu mektupları okurken aşka dair her şeyinizi baştan yazıyorsunuz zihninizde. Fakat öyle yerler var ki, gözler yaşarmadan da olmuyor: “Mektubumu ayın 27’sinde yazdım. Fakat parasızlık yüzünden ancak bugün atabiliyorum.” Doğumundan 100 yıl sonra bile bizleri hala derinden etkileyen Orhan Veli, şiirleriyle 100 yıl sonrasında bile dağ gibi var oluyor, fakat o dönemde yazdığı sadece bir adet mektubu parasızlık yüzünden gönderemiyor…




27 Mayıs 1947’de yine Nahit Hanım’ın ‘kapris’ diye rahatlıkla nitelendirebileceğimiz sitemlerine yanıt verirken şunları söylüyor:”.. Nasıl yaşadığını biliyorum” diyorsun. Bilmiyorsun Nahit. Bilsen böyle bir şey söylemezsin. Çektiğim sefaleti, sıkıntıları bilsen, beni bu türlü şüphelerle üzdüğün için cidden utanırsın. Bir çorap alamadığıma üzüldüğüm bir çok günlerimi sabahtan akşama aç geçirdiğim sırada….”


İSTANBUL’U DİNLİYORUM

Ve işte o şiir… 8 Mayıs 1947 tarihli mektupta, “Abidin’in son şiirimi beğendiğini söylüyorsun. Son şiir dediğin hangisi? Bildirirsen kendisine gönderirim. Eğer “İstanbul’u Dinliyorum” ise yandım demektir. Çünkü onu yeni harflerle yazmak bir mesele.....Sana bu mektupta bir daha gönderiyorum. Ama onu pek beğenmeyeceksin sanırım… (Beğenmeyeceksin dediği şiiri ise bugün şarkılar bile söz olan, sosyal paylaşım sitelerinde kişisel bilgi bölümünde yer alan işte bu şiir:

GÜN OLUR

Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...

SADECE SENİN OLDUĞUN ŞEHİR

Nahit Hanım Ankara’da, Orhan Veli İstanbul’da… İkili çok fazla yüz yüze görüşme imkanı bulamıyor. İşte bu noktada Orhan Veli şöyle yazıyor sevdiğine; ”Benim için güzel şehir, çirkin şehir diye bir şey yok. Sadece senin bulunduğun şehir, bulunmadığın şehir” diye bir şey var…

Kız kardeşi Füruzan Hanım’la sohbetimiz sırasında ona ağabeyinin en sevdiği şiirleri sormuştum. O yanıtlardan birisi olan ‘Hürriyete Doğru’ şiiri de bu mektuplar arasında;

2 EKİM 1947

“Aile’nin son sayısında bir şiirim var. Hürriyet kelimesini tek (r) ile dizmişler. Kötü olmuş. Mamafih o haliyle bile bana mecmuanın en iyi şiiri gibi geldi. Bunu söylemek pek bana düşmez gibi ama zararı yok, yalnız sana söylüyorum.Üstelik en sevdiğim şiirlerimden biri.” Kendisi gibi kardeşinin de en sevdiği şiirlerden birisi o…

HÜRRİYETE DOĞRU

Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti,
Gideceksin
Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;
Sevineceksin.
Ağları silkeledikçe
Deniz gelecek eline pul pul;
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin,
Şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller, duvaklar,
Donanmalar mı?
Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekliyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, Her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere...
             
Orhan Veli 10 Kasım gecesi Ankara’da belediyenin açtığı çukura düşerek başından yaralandı. İstanbul’a döndü ve 14 Kasım günü arkadaşında öğlen yemeği yerken fenalaştı. O gece 23.30’da Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayatını kaybetti. Alkol zehirlenmesi denilse de otopsi sonucu beyin kanaması sonucu öldüğü açıklandı. Füruzan Hanım, çukura düştüğü günden kısa bir süre sonra yanlarına gelip bacağını açtığını ve bacağın boydan boya kan ve yara içinde olduğunu anlattı. Ağlayan gözlerle.. Aradan 63 yıl geçse de kardeş acısını ilk günkü gibi yaşarak beni günlerce etkisinden kurtulamayacağım o günü benimle paylaşarak…
Bu kitaptaki son mektup 12 Kasım 1950 tarihli. Nahit Hanım’dan ‘Orhan’a.

Nahit Hanım gönderemediği bu mektubunu bu deste içinde saklıyor:

Orhan, cevapsız mektup yazmak çok garip oluyor. Rüyamda seni gördüm. Ankara’ya gitmişsin. Sana Dora iş bulmuş. Seni acaba Ankara’da mı diye düşündüm…. Senden muhakkak mektup bekliyorum. Uzun olsun, baştan savma olmasın.. Yeni şiirlerini istiyorum. Gözlerini öperim, Nahit.

Ne güzel adamdın sen Orhan Veli.....

3 Mart 2014 Pazartesi

Oda Müziği Festivali meselesi...


III. Opus Amadeus Oda Müziği Festivali dopdolu programıyla başladı. Üç yılda dünyanın önemli orkestralarından müzisyenleri Türkiye’de ağırlayan festival, açılışı dün Berlin Filarmoni Orkestrası’nın başarılı sanatçıları ve ünlü piyanistimiz Özgür Aydın, Mozart, Mahler ve Haydn’ın eserleriyle yaptı. Oldukça da keyifliydi. Ben Mehmet Mestçi’yle Pera Müzesi’nde gerçekleştirilen Küçük Gece Müziği dinletilerinde tanıştım. Orada da oldukça güzel konserlerin altında imzalası var. Bir müzenin içerisinde klasik müzik dinlemek binlerce kişilik bir salonda izlemekten çok daha doyurucu olsa gerek. Mestçi yüksek bütçeli herhangi bir kurum altında olmadan bu tarz projelere imza atıyor. Bunun sonuncusu da Opus Amadeus Oda Müziği Festivali. Türkiye’de bir oda müziği festivali yapıldığını, bu festivale dünyanın önemli orkestralarından solistlerin getirildiğini, Türkiye’deki genç ve başarılı müzisyenlerin de bu etkinlik altında buluşmaları beni ayrıca mutlu edenlerden… Bu bakımdan Mestçi’yi bir klasik müzik sever olarak kutluyorum. 11 Nisan'a kadar Fulya Sanat ve St. Antuan Kilisesi’nde konserlere imza atacak olan festivalin sanat yönetmeni Mestçi’den şöyle dinledik…

-Opus Amadeus Oda Müziği Festivali nasıl bir festival?

Çiçeği burnunda bir festival olarak çok zengin, farklı programlara önem veren ve ilklere imza atan bir anlayışla 2012’de düzenlenmeye başladı. Ancak organize ettiğimiz klasik müzik  festivallerinin evveli de var. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti ana sponsorluğunda 2010 ‘da düzenlenen Chopin  Piyano Haftaları ve 2011’de düzenlediğimiz Liszt Piyano Haftaları ülkemizdeki en uzun piyano festivalleri olarak büyük ilgi gördü. Ancak Opus Amadeus  artık sadece  piyanoya adanmış bir festival değil, tüm enstrümanların temsil edildiği geniş repertuvarlı bir oda müziği festivali. Son derece dinamik ve aşk dolu.

- Böyle bir 'oda müziği festivali' düzenleme fikri nasıl çıktı?

Bana bu fikri Kadıköy Belediyesi Süreyya Operası Genel Sanat Yönetmeni Murat Katoğlu verdi. Daha evvelden gerçekleştirdiğimiz Chopin ve Liszt Piyano Fesivallerinden sonra artık sıra aslında oda müziğine gelmişti. Sayın Katoğlu bunu  zamanında hissetti. Ben de Franz Liszt Akademisi’nde devam eden öğrencilik yıllarımda Budapeşte’deki yüzlerce oda müziği konserini hayranlıkla takip ettiğimden bu senelere yayılan birikimin başdöndürücü enerjisiyle Opus Amadeus Oda Müziği Festivali’ni düzenlemeye başladım.

- Bu yıl 3’üncüsü gerçekleştirilecek. Aslında büyüme döneminde diyebiliriz. İlk yılla bu yıl arasında festivali nerede görüyorsunuz? Hem program hem seyirci ilgisi bakımından? Son zamanlarda klasik müziğe ilgi arttı gibi...

İlk yıl ile bu yıl arasında aslında tema, içerik ya da sanatsal kalite açısından hiçbir fark yok. Ancak bu seneki festivali farklı bir noktaya taşıyan dünyanın en iyi orkestrası olan Berlin Filarmoni’nin sanatçılarının değerli piyanistimiz Özgür Aydın ile Opus Amadeus Festivali’ne katılmayı kabul etmeleridir. Bu benim için büyük bir sürpriz ve onur oldu.

- Amacı nedir peki bu festivalin?

Oda müziğinin büyüsünü, tılsımlı armonilerini, birbirinden güzel renklerini  ve melodilerini çok güzel konser mekânlarında ve sıcacık bir oda müziği ortamında değerli dinleyicilerle paylaşmak ve onları konserler  boyunca başka dünyalara sürüklemek en büyük amacımızdır.

- Mekân konusunda St. Antuan Kilisesi de var. İstiklal Caddesi’nde olması da oradaki konserlere katılımı artırıyor sanırım. Orada hangi etkinlikler olacak? 

 31 Mart'ta Romain Leleu ve Ghislain Leroy trompet-org resitali, 9 Nisan'da Collegium Musicum Den Haag ve 11 Nisan akşamı festival kapanış konserimiz olan Aura Musicale Topluluğu ve ünlü Avusturyalı bas Wolfgang Bankl konseri Beyoğlu Saint Antoine     Kilisesi'nde gerçekleşecek festival konserlerimiz olacaklar.


Çağlar arasında keyifli yolculuk

- Bu yıl klasik müzik severleri neler bekliyor? Festivalde neler var?

9 Mart’ta CSO Cello Quartet’in konseri var. Klasik müzik dışında başka müzik türlerini de içeren programıyla dikkat çeken bu topluluk; Bach’tan Beatles’a Duke Ellington’dan Şostakoviç’e çağlar ve türler arasında keyifli bir seyahate çıkaracak dinleyicileri. 16 Mart’ta arp sanatçısı Çağatay Akyol ve Ankara Filarmoni Orkestrası solistleri sahne alacak. Geçen yıl festival dinleyicilerini büyüleyen, arpın başrolde olduğu bir topluluğun Türkiye’de başka bir örneği yok. İtalya’nın başarılı topluluklarından Quintetto Bottesini, 27 Mart’ta vereceği konserde dünya çapında alkışlansa da ülkemizde ne yazık ki az çalınan Avusturyalı geç klasik-erken romantik dönem bestecisi Hummel’in önemli eserlerinden “Piyano’lu Beşli”sini seslendirecek. Hollanda’nın sevilen genç Barok topluluklarından Collegium Musicum Den Haag, 9 Nisan’da Beyoğlu Sent Antuan Kilisesi’nde. Festivalin kapanış konseri 11 Nisan’da Avrupa’nın en iyi Barok topluluklarından, pek çok başarılı CD kaydına imza atmış, Budapeşte kökenli Aura Musicale Topluluğu, Avusturya’nın en iyi baslarından Wolfgang Bankl ile Bach ile Handel’in kantatlarını, Biber, Purcell ve Vivaldi’nin eserlerini seslendirecek. 

http://www.aksam.com.tr/yasam/kultursanat/son-derece-dinamik-ve-ask-dolu/haber-289069
Seray ŞAHİNLER / seray.sahinler@aksam.com.tr


Mehmet Mestçi'ye teşekkürler..


10 Şubat 2014 Pazartesi

Bugünü yakalayan bir isim: Suat Derviş



Acımasız olduğumuz isimlerden bir tanesi de Suat Derviş. Hem edebiyatımızda iyi eserler, başarılı romanlar üretmesi, hem de ilk ‘kadın yazar’larımızdan olması onu bugün önemli bir yerde konumlandırmaya yetmiyor maalesef...

Bunca zaman içinde Suat Derviş nasıl unutuldu nasıl unutturuldu bilmiyorum. Fakat İthaki Yayınları sayesinde bir zamanların ‘çok satanların’ın bugüne dönüşü arasına yerleşti. Yayınevi eylül ayından itibaren Derviş’in ,’Fosforlu Cevriye’, ‘Hiç’, ‘Ankara Mahpusu’, ‘Kara Kitap’  gibi kitapları peşi sıra yayımlayarak güzel bir işe el attı.

Derviş ilk kadın yazarlarımızdan, döneminin oldukça ilerisinde... Böylece edebiyat dünyasına geri döndü bir bakıma. Yazara ilgi büyük. Kadın dünyasını en şaşırtıcı detaylarına kadar anlattığı için bugün sadece yazmak için yazılan ve kadın dünyasını anlattığını iddia eden ‘eserler’in yanında Derviş’e de ‘ilgi gösterilmeye’ başlandı. Bugün Suat Derviş’in yeniden gündeme gelmesini, bu işin mimarlarına sordum. İşte yanıtlar: 

FOSFORLU CEVRİYE ETKİSİ

Bülent Dervişoğlu  Suat Derviş’in bugün hayatta olan yakınlarından. Yazarın hakları onda. Amerika’da yaşıyor. Ve halasını şu sözlerle anlatıyor: “Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye eseri Türk yaşam ve karakterine çok uygun ve okuyanın kolayca anlam verebileceği bir hayatı anlatır. Eserin Türk sinema filmi olarak çevrilmiş olması da bu eserin popülaritesini arttırdığı için halk arasında en çok bilinen eser olmuş. Diğer eserlerinin giderek yayımlanmakta olması okurların artık Suat Derviş'in sadece edebi anlamı olan yapıtlarına değil sosyal konulardaki görüşlerine de merak saldığını gösteriyor.”

ARAŞTIRMACILAR ONDAN YARARLANMALI

Bülent Dervişoğlu’nun ilginç bir de tespiti var. Yazarın sosyolojik gözlemdeki başarısı için şunları söylüyor: “Bugünkü buluşmanın hızlanması için Suat Derviş’in hayatta iken yazdığı ve belirttiği fikirlerin bugünkü güncel konularda da geçerli olduğunu gösteren örnekler vermek yararlı olur. Zamanımızın yazar ve sosyal araştırmacıları Suat Derviş’ten bugünkü olaylar çerçevesinde yararlanmaya başladıkça Suat Derviş’in fikirlerine alaka artacaktır. Su anda Suat Derviş sanki fikirleri sadece geçmişte geçerli ama bugün için geçerli olmayan zarif, hazin eserler yazan bir edebiyatçı görünümünde sunulmakta. Suat Derviş’ten bahis ederken onu güncel olarak görmek yararlı olacaktır.”

HAK ETTİĞİ İLGİYİ GÖRMÜYOR

Dervişoğlu yazara olan ilginin de yeterli olmadığını belirtiyor:  “Suat Derviş hak ettiği ilgiyi görmüyor. (Kitaplarının yeniden yayınlanması bu konuda faydalı olacaktır). Sadece kitapları değil kitaplarından alıntılar ve/veya yazıları, gazete ve mecmualarda güncel konu ile ilgili bir durumu izah etmek için yeniden sunulabilinir. Özel yaşamında bana en çok tesir etmiş olan, ve birçok şekilde de bana tesirleri olmuş özelliği kendi düşüncelerine olan hürmeti ve onların doğrultusunda hareket etme çabası/arzusu. Yazılarında ifade ettiği fikirleri ve yaşamı tamamen paralel gitmiş olmasına rağmen ilk yazısı kendisinin haberi olmadan yayımlanınca çok kızmış olması onun hem kendi fikirlerine verdiği kıymeti hem de fikirlerini ille de etrafa yayıp kabul ettirme ihtiyacı olmadığını gösterir.

KADINI ELE ALMAYA ÇALIŞAN İLK KADIN

Kitabınbugün yeniden basılmasını sağlayan İthaki Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Öz’e Suat Derviş’i yeniden yayımlama kararının gerekçesini sordum. Yanıtı şöyle: “İlk kitabı 1920 yılında (Kara Kitap) yayınlanan ve 1972 yılındaki ölümüne dek geçen zaman zarfında, sürekli yazıyla iç içe geçen bir öykü Suat Derviş'inki. Cumhuriyetle yaşıt bir yazarlık serüveniyle karşı karşıyayız. Hikaye, şiir, roman, deneme dahil edebi türlerin çoğuyla haşır neşir ve aynı zamanda gazeteci… Sosyalist ve feminist. Bugünlerde iyice gün yüzüne çıkan “kadın sorunu”nun ve ataerkinin tüm veçhelerini erkenden yapıtlarında ele almaya çalışan ilk kadın yazar. Yani ne iktidar ne de muhalefet hazzetmiş ondan. Kaçınılmaz olarak kanondan dışlanmış da biri. Yapıtlarının derli toplu bir basımı dahi gerçekleştirilmemiş. İşte bu nedenlerle yapıtlarını yeniden yayınlamak ve tüm değerlerin yeniden tanımlanmasının zorunlu olduğu bu kavşakta Suat Derviş’i bugünün okur/yazarlarıyla buluşturmak istedik.”

ZAMAN VE MEKANIN ÇOK ÖTESİNDE

Ve yazarın her satırıyla birebir iç içe olan editörü atlamamak gerek. Uzun bir zaman sonunda Suat Derviş’in her kelimesindeydi kitap editörü Arzu Sarı. Bir hayli etkilendi. Bu etkileşimi de şu sözlerle anlatıyor: “Suat Derviş'in ismi yazar olarak genelde toplumcu gerçekçi yazarların arasında anılır. Oysa edebi anlamda en azından şimdiye dek ulaştığım eserlerini göz önünde bulunduracak olursam, Suat Derviş'in yazarlığını bir edebi türe dahil etmekte zorlanıyorum. Örneğin Ne Bir Ses... Ne Bir Nefes... gibi eserlerinde gotik edebiyatın izlerine rastlanıyor.Diğer taraftan kimi eserlerinde aşk temasıyla kadın olgusuna yer veriyor. Bir edebi türle sınırlandıramayacağım kadar çok konuda ve daha farklı bir bakış açısıyla yazdığını düşünüyorum eserlerini. Bununla birlikte eserlerinde bence genel olarak "insan"ı anlatır. Belki de bu yüzden eserlerinde hala kendime dair bir şeyler buluyorum, zamanın ve mekanın ötesine geçiyor.”